Samanyoluhaber.com yazarlarından Harun Tokak, 'Beyaz Atlılar' başlıklı köşe yazısında yine ibretlik bir hicret hikeyesini kaleme aldı.
Beyaz Atlılar
Serin bir sonbahar akşamı… Hava çok güzel. İsveç, en güzel güz günlerinden birini yaşıyor. Tatlı tatlı esen güz rüzgârları bizi kuzeyde yaşayan İsa ve Selvi çiftinin mütevazı evlerine taşıyor. Gurbette bir sonbahar akşamında sıcak çaylar eşliğinde sohbet koyulaşıyor. Hemen herkes gibi Meriç onların da hayatlarını tam ortasından ikiye bölmüş. Anne-babaları, kardeşleri, sevdikleri Meriç’in öte yakasında kalmış. Güz rüzgârların her bir darbesiyle dallarından kopan yapraklar sağa sola savuruluyor. İsa Bey’in gözleri doluyor. “Sonbahar yaprakları gibi savrulduk,” diyor. “Öyle an oldu ki, ölüm çok daha güzeldi. Ben fakir bir ailenin çocuğuydum. “Ortaokulda okurken bir gün okul arkadaşım beni öğrencilerin kaldığı bir eve götürdü. İtina ile döşenmiş olan salonda koltuklar, halılar, dolaplar her bir şey yerli yerindeydi. Camdan içeri süzülen yaz güneşi halıların, koltukların üzerinde keyfince geziniyordu. Ben arkadaşımla otururken pırıl pırıl bir genç girdi içeri. ‘’Adım Bilal,” dedi, üniversitede okuyorum. Bize çok güzel bir ders yaptı. Biraz sonra çaylar geldi. Yanında pötibör bisküvi de vardı. Bu durum bana çok lüks geldi. “Neden yapıyorsunuz bu ikramları, ücret alacak mısınız?” dedim. “Yok ya,” dedi Bilal Ağabey, “Öyle şey mi olur?” Bilal Ağabeyi çok sevmiş olmama rağmen babam bir daha gitmeme izin vermedi. “Gitme oralara,” dedi. Ben de bir daha gitmedim. Babam değirmende çalışıyordu. Bir gün ambara buğday atarken makineye kolunu kaptırdı. İzmir Ege Üniversitesi Hastanesi’ne acile götürdüler. Günlerce yoğun bakımda kaldı. Kolu çok kötü ezilmişti. Doktorlar, “kolu kesmekten başka çare yok” dediler. Allah’ın lütfu kol kesilmedi ama hiçbir zaman da eski gücüne kavuşamadı. Artık babam zor işlerde çalışamıyordu. Bu yüzden birkaç yıl işsiz kaldı. Amcalarımdan yardım almak durumunda kaldık. Zor günlerdi. Babamın durumuna o kadar üzülüyordum ki… Bir gün Hizmet’ten bir ağabey babama, “Gazete dağıtır mısın?” dedi. “Dağıtırım,” dedi babam. Babam o günden sonra her gün 100-150 kadar eve her gün Zaman Gazetesi dağıtmaya başladı. Kolunu değirmene kaptıran babam ruhunu da Hizmet’e kaptırdı. Hizmet’teki ağabeyleri çok sevdi. Babamın elinden her iş geliyordu. “Cemal Ağabey! Kalorifere bir bakıver, Cemal Ağabey! Kızlar dershanesinde şofben bozulmuş ya da musluk akıtıyor vs…” Gece on birde arıyorlardı. Yemek yerken bile kalkıp gidiyordu babam. Hiç yüksünmüyordu. Ben hayret ediyordum. Böylece babamla birlikte bende Hizmet’e geri döndüm. Turgutlu Anadolu İmam-Hatip Lisesi’ni bitirdikten sonra Celal Bayar Üniversitesi’ni kazandım. Hem üniversitede okuyor hem de Gündüzalp Kolejinde öğretmenlik yapıyordum. O günler çok güzel günlerdi. Derici Kemal Özçalı, Akçapınarlı Mustafa Türk, Ahmet Haseken, Osman Aykut gibi ağabeylerle hemen her gün beraberdik. Derici Kemal Ağabey İle Akçapınarlı Mustafa Türk Ağabey’in muhabbetlerine doyum olmuyordu. Birbirlerine takılıyorlardı; “Hocaefendi’yi ben daha çok seviyorum, yok ben daha çok seviyorum.” Derici Kemal Ağabey, “Efendim ben yıl 1968, kahve sohbetinde Hocaefendi ile beraberdim.’’ derken; Mustafa Türk Ağabey, “Ben Hocaefendi’yi şu tarihte evimde misafir ettim. İlk himmet bizim evde oldu...” Öyle tatlı konuşurlardı ki… 15 Temmuzdan sonra ortalık toz duman oldu. Babamı gözaltına aldılar. “Sen herkesi tanıyorsun, isim ver,” diyorlardı. Babamı birkaç defa aldılar, bıraktılar. Sonra bir de benim için aldılar babamı. Üniversiteyi bitirmeden benim öğretmenlik diplomamı iptal ettiler. Ağabeyler, “İzmir’e gel,” dediler. İzmir’de adım adım takip edildim. Arkamdan biri mi geliyor diye her baktığımda aynı adamın hep peşimde olduğunu görüyordum. Bakkala gidiyordum, balkona çıkıyordum, aynı adam bana bakıyordu. Benim için zor günlerdi. Artık ülkemiz yaşanılır olmaktan çıkmıştı. Eşimle birlikte çıkmaya karar verdik. Kaçakçılarla bir yerde buluştuk. Vahşi suratlı kaçakçılar,”Haydin gidiyoruz, acele edin,” dediler. Bir arabanın içine hızlıca soktular bizi. Bize yapılan o davranış değil insana, davarlara bile yapılmazdı. “Allah’ım! Canımı alacaksan bu kötü insanların yanında değil de nehirde al, geçince al,” dedim. Kaçakçılar bir yerde bizi arabadan indirdiler. Çok korktum. Her şey yapabilirlerdi. Kaçakçıların başındaki adam suratından daha korkunç bir sesle; “Haydin yürüyün!” dedi. En çok da bize emanet edilmiş bacılar için korkuyordum. Aklıma kötü kötü şeyler geliyordu. O an ölüm daha güzeldi. Ara vermeyen, soluk aldırmayan kış başlangıcı yağmuru altında sabaha kadar sekiz saat yürüdük. Çok vahşi insanlardı kaçakcılar. Güvenli birleri değildi. Çok kötü davranıyorlardı. Kendimi ömrümde hiç o kadar aciz hissetmemiştim. Kime sığınacağız, kaçakçılar vahşi, devlet bize düşman, gideceğimiz yer yabancı. Allah’a sığınmaktan başka çaremiz yoktu. İnsan böyle zamanlarda bütün yolların Allah’a çıktığını daha iyi idrak ediyor. Öndeki ümit, Meriç’i geçmek, arkadaki ise bizim askerlere yakalanmamaktı. Uzaklarda kabaran derelerin yüklü uğultusu ve yakınlarda çamura batıp çıkan ayakların boğuk hışırtısı duyuluyordu. O günlerde Corana’dan dolayı çokça deport vardı. Bu da bizi korkutuyordu. Yine de tekneye binince, “Allah’ım, ölsem de gam değil,” dedim. Kasım ayı idi. Hava çok soğuktu, soğuktan ellerimiz uyuştu. Teknede hepi topu altı kişiydik. Dört kadın, iki erkek. Boğulmaktan değil de soğuktan öleceğiz diye korkuyordum. O kadar yalnızdık ki… Bu ölüm fısıldayan sularda ölüp gitsek kimsenin haberi bile olmazdı. Bir ara gözüme bulutların arasından bazı karaltılar göründü. Tepede beyaz beyaz şeyler görmeye başladım. Sanki kanatlı süvariler bizi takip ediyordu. Halüsinasyon görüyorum galiba dedim. Eşime bile söylemekten çekindim. Teknemiz nehrin kendi oluşturduğu dalgalarda dans ediyordu. Gözlerimi açıp her baktığımda bulutların arasında o siluetleri görüyordum. Beyaz beyaz atlılar… Korkmaya başladım. Galiba bana bir şeyler oluyor, dedim. Beynimin yandığını düşündüm. Yaşadıklarımız az şeyler değildi. Azgın sulardan geçmemiz yarım saat sürdü. Tam karşıya geçmiştik ki, kaçakçı, “Acele et!” diyerek eşimi suyun içine itiverdi. Son anda kolundan kavramasaydım sulara kapılıp gidecekti. O gün söz verdim; “Söz dinlemezsek daha nice imtihanlar yaşayacağız, gideceğimiz yerde söz dinleyelim.” Yunanistan tarafına geçince o beyaz atlı siluetler kayboldular. Bir daha görünmediler. Hepsi birbirinden korkunç olan karakolları, hapisleri, hücreleri bir bir geçtik. Oralardaki muameleleri, berbat ortamları hiç mesele yapmadık. Değil mi ki özgürdük. Hiç önemli değildi. Atina’da bir restoranda yemek yiyorduk. Yan masalarda iki de aile vardı. Restoranın bir köşesinde televizyon çekim yapıyordu. Beyaz ışıkların karşısında genç bir kadınla genç bir erkek konuşuyordu. Sanki acımasız bir savaşın içinden çıkıp gelmiş gibi bir halleri vardı. Yorgun fakat vakurdular. Kadının başı kapalıydı. Bizimkilerden olduğu anlaşılıyordu. Büyük acılar yaşadıkları yüzlerinden, sözlerinden belliydi. Öyle onurlu duruyorlardı ki. Çekimden sonra yanlarına gittim. Kendimi tanıttım. “Ben İsa” dedim. “Ben Ebu Bekir” dedi, “Ebu Bekir Kara, bu da eşim Gonca” O an ben bütün yaşadıklarımı unuttum. İçime sekine indi. Hayran oldum onlara. İki çocuklarını Ege’nin Denizinin ıslak mezarlarına bırakan bu insanlar nasıl ayakta duruyorlardı? Bize yıkılmamayı, her şartta Hizmet’e devam etmeyi gösteriyorlardı. Atina’da birkaç ev değiştirdik. Ayrılanların evine biz yerleşiyorduk. Bir gün yeni bir eve taşındık. İçindekiler o gün Avrupa’ya geçmişlerdi. Gittikleri ülkeden bizi aradılar. “Komidinin içinde bizim kimliklerimiz var, biz geçtik siz onlarla bir deneyin.” Apar topar hazırlandık. Kapıyı kilitleyip çıktık. Eşim anahtarı kapının altına atıverdi. “Eyvah, ne yaptın sen! Geri gelirsek nasıl gireceğiz?” dedim. “Dönmeyeceğiz,” dedi eşim. Havaalanında eşim arkadan geldi, önüme geçti. Ben daha ‘’Sen ne yapıyorsun?’’ demeye kalmadan polise kimliği uzattı. Benim kalbim göğüs kafesini zorluyordu. Polis kimliği inceledi. Eşime “geç” dedi. Sıra bana geldi. Polis bir kimliğime baktı, bir bana baktı, “Good fly,” dedi. “Ne demek acaba?” dedim. “Eşime sordum, “iyi uçuşlar,” dedi. Bir gün eşime, “Meriç’i geçerken ben bir şeyler görmüştüm,” dedim. Eşim, “Ben de görmüştüm aynı şeyleri,” dedi. Bu konuyu kimseye açmamaya karar verdik. Arkadaşlarımızın, “Bunlar karı koca kafayı yemişler,” demelerinden korktuk. Bir gün bizimle birlikte Meriç’ten geçen bayanlardan birisi aradı. Eşimle uzun uzun konuştular. Türkiye’den ablası aramış. “Sizi Meriç’ten geçtiğiniz gece rüyamda sizleri gördüm. Yanınızda başkaları da vardı. Bir gemiyle sonsuzluğu çağrıştıran uçsuz bucaksız bir okyanusta gidiyordunuz. Beyaz atlı süvariler sizi takib ediyor, sizi koruyordu. Gideceğiniz yere kadar sizi takip ettiler.’’ O an anladık ki peygamberini bir örümcek ve bir güvercinle koruyan Rabbim, onun izinden yürümeye çalışan bizleri de korumuştu. Hem de beyaz atlılarla.
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.