Samanyoluhaber.com yazarlarından Harun Tokak, bu haftaki yeni köşe yazısında bir kez daha Hocaefendi'ye duyduğu özlemi kaleme aldı.
Bir Ben Bilmiyorum
Yazılarımda, konuşmalarımda hep o var. Herkesin dilinde o var. Üç aydan beri yazılarımı hep onunla ilgili yazıyorum, onun hatıralarıyla tezyin etmeye çalışıyorum. İlk yazı Emanetin Emin Ellerde idi. Bizim İller Sensiz, Nasıl Dayandı Yüreğiniz, O Ses Sustu, Sesin Nerde Kaldı, Küheylanlar Gibi Koşunuz yazıları onu takip etti. Hocaefendi’den söz ediyorum. Ruhunun ufkuna yürüyeli neredeyse üç ay oldu. Bazıları hep onu yazıyorsun diyebilir. İnanın bir ömür boyu yazsam kalem usanası değil. Hep onu yazmak, onu konuşmak, onunla olmak, onun hatıraları ile hemhal olmak bana iyi geliyor. Yüreğimdeki koru hafifletmek için belki de böyle yapıyorum. Köy çocuklarının ufkunu, dünyaya taşıyan o tren istasyondan gittikçe uzaklaşıyor. Uzaklardan pırıl pırıl göklere uzanan dumanları görünüyor. Hasretin bir mendil gibi sallandığı o trenin ardından söylenen sözler, kelimeler, konuşmalar koru alevlendirmekten başka bir işe yaramıyor. Onun garipliği, onun yalnızlığı, onun yaşadıkları gözümün önüne geliyor ve bazan hıçkırıklarımı tutamıyorum. Hayali gözlerimin önünden hiç gitmiyor. Erbilli Esad Efendinin dediği gibi; “Tecellâ-yı cemâlinden habîbim nev-bahâr ateş! Gül ateş, bülbül ateş, sümbül ateş, hâk ü hâr ateş! Nigârım gel de gör kalbimde âteş, ah ü zâr âteş.” Geçen günler gönlümüzdeki ateşi harlandırmaktan başka bir işe yaramasa da yine de onunla olmak, onu yazmak, onu okumak bana iyi geliyor. Yanmaktan zevk almak gibi bir şey bu. Sanki onu yazmasam, onun konuşmasam, onunla olmasam asıl o zaman aramızdan ayrılıp gidecek gibi geliyor. O hepimizi ısıtan güzel gözlerini yumarsa bütün dünya üşüyecek gibi geliyor. Sadece yazmak değil, onun kitaplarını, onunla ilgili yazıları okumak, onu dinlemek de iyi geliyor bana. Onunla ilgili kitapların pek çoğunu yeniden bir gözden geçirdim. Sohbetlerini dinledim. Zamanı donduran fotoğrafların arasında gezindim. Cumhurbaşkanları ile yan yana oturuşlar, Hoşgörü geceleri, Papa ile, Patriklerle, Hahambaşılarla, metropolitlerle, buluşmalar... Durgun gölleri harekete geçiren cami kürsüleri… Her kesimden her mahalleden insanın katıldığı iftar sofraları… Temel atma törenleri… Başbakanlarla, cumhurbaşkanları ile yapılan açılışlar… Mazinin o güzel günlerinde dolaştım. Çağlayan Dergisi’nin onunla ilgili özel sayısındaki yazıların hepsini baştan sona okudum. Hepsi birbirinden güzeldi. Ülkemiz dışındaki alimlerin, bilim adamlarının tespitleri yiğitçeydi.
Lakin Asuman Çelik Hanımefendi’nin hatırası ağlattı beni. Genç rehber kızlarımızla son bir araya gelişlerinde kızlarımız salondan ayrılırken Hocaefendi, “Bütün hayatı onlar için yaşadım, kendim için değil,” diyor. Yer ve gök kadar doğru bir söz bu… O kendi için yaşamadı. Elli yıllık yol arkadaşı Suat Yıldırım hocamızın yazısı da yalnızlığa yazılmış bir serenad gibiydi. Emine Eroğlu Hanımefendi’nin aşk kokan, hasret kokan, özlem kokan ve birbirinden enfes tespitlerle tezyin yazısı bir ağıt, bir havar türküsü gibiydi; “Yaklaşık iki ay önce, New Jersey Gençlik Merkezinde, Almanya’dan gelen kalabalık bir kız öğrenci grubu ile buluşmuştuk. Bir kısmı Almanya’da doğmuş büyümüş, bir kısmı “süreç”le birlikte hicret etmiş. Dil öğrenmiş, önemli üniversitelerden kabul almış, pırıl pırıl gençler. Hocaefendi’yi ziyaret edebilmek için onlarca kitabını okumuş, sohbetini dinlemiş, okudukları ve dinledikleri şeylerle sınava girip Amerika’ya gelmeye hak kazanmış, aşk ve şevkle dolu o gencecik kız çocuklarına bakarken, “Ne gördü Leyla’nın gözünde Mecnun?” (Yunus Emre) diye sormuştum içimden. Gençler bir yönüyle üzgündüler, zira Hocaefendi kampta değildi. Sonra Hocaefendi’nin bir yerden dönerken “Kampa uğrayalım.” dediğini, arabanın aralanmış camından binanın önüne inmiş o kız çocuklarını selamladığını, Hocaefendi’yi gören o gençlerin hıçkıra hıçkıra ağladığını öğrendim. Yeniden tekrar ettim içimden: “Ne gördü Leyla’nın gözünde Mecnun?” O kız çocukları Hocaefendi’nin yüzünde ne gördüler? Peki Hocaefendi o çocukların yüzünde ne görmüştü de onların hıçkırıklarına kendi hıçkırıkları ile cevap vermişti? Ne gördü Hocaefendi’nin gözünde bunca insan, Ki bütün mehâliki göğüslemeyi göze aldılar. Yollarından dönmedi, teşettüt-ü ârâ yaşamadılar. Tehditler karşısında sinmedi, yollarına devam ettiler. Ne gördüklerini biliyoruz. Onlar ne gördüyse, şükür biz de onu görüyoruz…” Sahi, ne görmüşlerdi onun gözlerinde? Büyük Hak dostu Yunus’un dediği gibi, ne gördüler Leyla’nın gözünde de bu gençler kendilerini uçsuz bucaksız bozkırlara, kızgın çöllere vurdular. Kaç faniye nasip olmuştur gönlü imanla dolu yüzbinlerce Anadolu evladını Mehlika Sultan’a aşık gençler gibi Asya bozkırlarına, Afrika çöllerine salmak. Sahi,ne gördü Leyla’nın gözünde Mecnun? Herkes biliyor onun aramızdan ayrıldığını bir ben bilmiyorum. Sanki onu yazmasam onu konuşmasam işte o zaman aramızdan ayrılıp gidecekmiş gibi geliyor. Uşak’ta da müftülük yapan Haydar Hatiboğlu çok değerli bir alimdi. Ehl-i sünnet hadis literatüründe en güvenilir kabul edilen altı külliyattan biri olan İbn-i Mace’yi o tercüme ve şerh etmişti. Uşak İmam-Hatip Okulunda okurken cuma günleri Ulu Camii’ye onu dinlemeye giderdik. Çok duygulu konuşurdu. Konu Peygamberimize (s.a.v) gelince gözleri dolar, yanaklarından yaşlar süzülürdü.
Bu büyük alimle kısa bir süre birlikte çalışma imkânım da oldu. Uşak müftülüğü yaptığı yıllarda ben de Ulubey Ulu Camii’nde kısa bir süre görev yapmıştım. Son devrin büyük alimlerinden olan bu yüce ruhlu insan İbn-i Mace’yi tercüme ederken gece kitaplarını salonda bırakır ve teheccüd namazına kalkmak için gider, odasında bir müddet uzanırmış. Bir gece eşi, saat üç-dört civarında kalktığında bakıyor ki salonun ışığı hala yanıyor. Salonun kapısını aralayarak içeri bakıyor. Kitapların başında Haydar Hocaya benzeyen birisinin oturduğunu görüyor. 'Seyda hâlâ yatmadın mı?' diyor. Kitapların başındaki zat başını kaldırıp gülümseyince eşi olmadığını anlıyor. Çığlık atarak kaçıyor. Evdeki herkes o çığlığa uyanıyor. Haydar hocada uzandığı yerden doğruluyor; 'Hatun ne oldu'; diyor. 'Seyda hem oradasın hem buradasın' 'Sus, sus…'; diyor Haydar Hoca. İbni Mâce’ nin şerhi bittiğinde bu büyük alim odasına kapanıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Eşi niye ağladığını soruyor. “Hanım şimdi ben ne yapacağım? Ben Resulullah'ın (s.a.v) sözlerini yazarken her gece Onunla beraberdim. O gitti. Nasıl ağlamayayım?'; Ben de Hocaefendi ile ilgili yazıları uzatıyorum. Yazmadığım zaman aramızdan bütün bürün ayrılacak gibi geliyor. O gerçekle yüzleşmek, o acıyı yaşamak istemiyorum. Herkes biliyor onun aramızdan ayrıldığını, bir ben bilmiyorum. Hasırlı odalar biliyor, cami pencereleri biliyor tahta kulübeler biliyor… Beşinci Katlar biliyor, Kestane kampları biliyor, Asudeler biliyor… Egenin Camileri, kürsüler, kubbeler biliyor… Yurtlar, okullar, Üniversiteler biliyor… Medrese-i Yusufiye’dekiler, gaybubettekiler, gurbettekiler, bütün dünya biliyor… İsimlerini koyduğu Sümeyralar, Sümeyyeler, Nesibeler, Musablar, Enesler biliyor… “Biz ne kadar talihliyiz değil mi anne, bundan sonra doğan çocukların adını kim koyacak” diyen küçücük çocuklar bile biliyor. Bir ben… Bir ben bilmiyorum.
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.