"Çoğunluğu tefsir akademisyeni olan meslektaşlarını ‘Paralel akademisyenlik’ yapmakla suçlayan Öztürk, bilhassa 17 Aralık’tan sonra giderek Müslüman kamuoyunu rahatsız eden bu fikirlerin mimarı ve savunucularıyla ilgili ölüm fetvasını veren ilk sivil(!) ve bir o kadar da demokrat(!) kişidir."
Bir entelektüelin iflası ve çağrıştırdıkları üzerine
Prof. Dr. Muhittin Akgül | Samanyoluhaber
Kısa makalelerimi ve tweetlerimi okuyan değerli okuyucuların da fark ettikleri gibi yazılarımdaki asıl gâye, şahıslardan ziyade fikirleri tartışmaktır. Bugün, söz konusu prensibi temel olarak korumakla birlikte, “Hakk’ın hatırı için” bazen şahıslara indirme zorunda kalacağımı baştan belirtmek isterim.
Bu yazıda, son günlerde medyayı fazlasıyla meşgul eden ve her geçen gün biraz daha ayrışan toplumun gerilimini resmetmesi açısından gerçekten üzerinde durulmaya değer bir mevzuyu, farklı bir perspektiften ele almaya çalışacağız. Ana temamız İlahiyatçı Prof. Dr. Mustafa Öztürk’ün, Kur’an’da geçen bir kelimeyle ilgili açıklamaları ve sonrası gelişmeleri farklı bir açıdan yeniden değerlendirmek istiyoruz.
Burada Öztürk’ün sözlerini teolojik bir zeminde tartışmaktan ziyade, Öztürk’ün ahlâki duruşu ve bu duruşun toplumsal yansımalarını ele alacağız. Tercihimizde, bir taraftan konunun teolojik açıdan ele alınmış olması ve ayrıca Öztürk’ün akıl yürütmesinin teolojik zeminle ilgili gerçekten tutulacak bir tarafı olmadığı belirleyici olmuştur. Kritersizliği kendisine karakter haline getirmiş birisiyle aynı dili konuşmamanın verdiği zeminsizlikten dolayı, bu konuya şimdilik girmeyeceğimizi evvelemirde söylemiş olalım.
Sn. Öztürk, söz konusu ayetin Tanrı kelamı olamayacağını değil de bizzat Tanrı’nın kendisinin varlığını bile inkâr etse, -benim dogmatik anlayışımda bu bütün kâinatı istihfaf etme anlamına gelmektedir- ona cevap vermeyi inanın zâit addederim. Fakat söz konusu doğrudan kul hakkı ve büyük bir kitleyi ilgilendirdiği için, masumlar adına bu yazıyı bir fantezi değil, aslında bir sorumluluk kabul ettiğim için kaleme alıyorum.
Yukarıda da belirttiğim gibi Öztürk, seküler bir ülkede, seküler bir kurumda (sözde dinin öğretildiği iddia edilse de) hocalık yapan bir akademisyendir/idi. Aslında kendisini linç etmeye çalışanlar ya da onu ölesiye savunanların ıskaladıkları en önemli gerçek, ülkedeki dini kurumların dindarlıklarının sorgulanmamasıdır.
Diğer bir ifadeyle belirtecek olursak Sn. Öztürk’ün misyonu, toplumun dindarlaşması ya da gerçekten entelektüel geleneğimizde oluşan bir boşluğu doldurma çabası değildir. Akademik alanda benimsediği bir paradigmanın (tarihselci hermenötik), kendisi için oluşturduğu bir çerçevede, zannınca bilimsel egzersiz yapmaktan ibarettir. Sorun çözmekten ziyade, yeni sorunlar doğuran, önü açık bu uğraşıya karşı ileri sürülen ‘dinsiz, densiz, ahlaksız, mâneviyatsız, oryantalist, ihraç edilsin’ vb söylemler, söz konusu akademisyenin çalıştığı ortam ve ülke şartlarını gözüne alınca, ne kadar anlamsızlaştığını tartışmak herhalde gereksizdir.
Üzülerek belirtelim ki, AKP iktidarıyla birlikte Türkiye’nin “dâru’l-İslâm”a dönüştüğünü sanan zavallılarla, Öztürk üzerinden söz konusu kitleye ölesiye laf yetiştirmeye çalışan Öztürk-seviciler ve destekçilerinin de aynı yanılsamayla karşı karşıya kalmasıdır.
Kim ne derse desin, Mustafa Öztürk, Türkiye’de giderek kısırlaşan akademiyada, ‘ayının kırk türküsü varmış kırkı da Ahlat üzerine’ kabilinden de olsa, bilimsel olarak üretken bir yapıya sahip ender ilahiyatçılardandır. Kendi çapında ülke imkânları dâhilinde çok sayıda makale, kitap, köşe yazısı ve program yapmış aktif bir bilim adamıdır. Bu satırların yazarı, ne teolojik ne de metodik açıdan Öztürk ile ortak bir zemini paylaşmasa da, çalışkanlığını ve üretkenliğini göz ardı etmeyi hak yemek olarak telakki etmektedir.
Sn Öztürk’ün söz konusu faziletini bir tarafa bırakıp, şimdi asıl değerlendirmek istediğimiz konuya geçebiliriz.
Çalışkanlığı ve popülaritesine rağmen Öztürk, Türkiye’deki ilahiyat ya da Diyanet alanındaki ahlaki çöküşün sembolü bir isimdir. Bu yazı, itibar suikastı için ele alınmış bir yazı değil, sadece ama sadece kısır döngüler sarmalındaki tartışmalarda, mihver sapmasıyla malul insanımıza gerçeklerin ifşası adına tarihe bir not düşmedir.
17/25 Aralık 2013 sonrasının şoku atlatılmış, Erdoğan, tescilli hırsızlığını, “inşallah”, “maşallah” ve “yerli-milli” gibi sığ söylemleriyle elinin altındaki medya gücünü de arkasına alarak kısmi de olsa zafere dönüştürmeye başladığı bir dönemde, bir ilahiyatçı, köşesinde yazdığı bir makaleyle ilk defa T.C. tarihinde devleti, ispiyonladığı isimler hakkında harekete geçmeye çağırıyordu.
Özetle Öztürk, 16.08.2014 yılında Star gazetesi ‘açık görüş’ köşesindeki yazısında, Fethullah Gülen Hocaefendi hakkında kitap ve akademik çalışma yapan kimselerin eserlerini zikrederek, YÖK’ü bir an evvel bu akademisyenler hakkında işleme başlamasını ve onların Üniversitelerden temizlenmesini istemektedir.
Çoğunluğu tefsir akademisyeni olan bu meslektaşlarını ‘Paralel akademisyenlik’ yapmakla suçlayan Öztürk, bilhassa 17 Aralık’tan sonra giderek Müslüman kamuoyunu rahatsız eden bu fikirlerin mimarı ve savunucularıyla ilgili ölüm fetvasını veren ilk sivil(!) ve bir o kadar da demokrat(!) kişidir. Traji-komik olan husus ise, Öztürk’ün 28.10.2018 tarihli makalesinde, Türkiye’de ‘ilahiyatçı muhbirliği’ adıyla yeni bir meslek başlığı atarak bizzat kendisinin icat ettiği zenaatıyla ilgili günah çıkardığı savrulma yazısıdır.
Burada Sn. Öztürk’ün sadece meslektaşlarını ispiyonlamadığını, aksine darbe öncesi ve sonrası, ilgili mercilere farklı dini grup, cemaat ve tarikatlarla ilgili de bilirkişi sıfatıyla rapor (fişleme daha doğru bir tabir) sunduğunu hatırlatmakta fayda vardır.
Sn. Öztürk, ülkedeki pek çok meslektaşı gibi, 17-25 Aralık’ta ortalıkta arzı endam eden paraların, telefon görüşmelerinin, üst düzey rezilliğin fecaatiyle ilgili bir kelime etme cesaretini gösterememişken, top yekûn bir sivil grubu ‘haşhaşi’ nitelemesiyle karalama hususunda zerre kadar tereddüt etmemiştir.
Darbe oyununu anladıklarında ülke insanının selameti adına kendi istikbalini yakan binlerce masum askeri ve askeri öğrenciyi, “mankurt” olarak takdim ederken, sürecin hâkim söyleminin gönüllü borazanlığı konusunda akademik ve ahlaki hiçbir endişe taşımamaktadır. Niçin mi? Sebep çok basit. Bir tarafta hırsız, arsız, hiçbir norm tanımayan ve gücü elinde bulunduran Müslüman makyajlı câniler, diğer tarafta da karıncayı bile incitmekten çekinen yüzbinler durmaktadır.
İnsanların hayatları karartıldı, bir günde yüzbinler işlerinden oldu, malları hunharca gasp edildi, çoluk çocuklarıyla birlikte hürriyetleri hatta ırzları pây-i mâl oldu, kadın ve erkek ayrımı yapılmadan gerçekleştirilen işkenceleri ve insanlık dışı muameleyi sağır sultanlar bile duydu ama gözleri, kulakları ve kalplerinde ağırlık olanlar göremedi. Sn. Öztürk’ten bu konuda bir kelime duydunuz mu? Binlerce insan, başta Soma olmak üzere maden ocaklarında, iş kazalarında hayatlarını kaybettiler; siyasi erk, “bu işin tabiatında söz konusu kayıplar vardır” gibi pişkinliklerini arsızlıklarıyla ve yüzsüzlükleriyle taçlandırdılar. Allah’ın kelâmını sorgulayan Sn. Öztürk’ün bu çarpık kader algısıyla ya da tevekkül tavsiyesiyle ilgili bir şeyler söylediğini duydunuz mu?
Müslüman kılıklı vakıf ve tarikatlarda tecavüze uğrayan çocukların durumunu da aynı pişkinlikle karşılayan ve bir dönem ölesiye sevdiği AKP hükümetine karşı bir çift laf edebildi mi Sn. Öztürk? Doğuda insanların evleri barkları tıpkı Çin'in Doğu Türkistanlılara yaptığı gibi târ-u mâr edildi, kadınlar öldürüldü, insanların cesetleri arabaların arkasında sürüklendi, takılmış plak gibi F.t. çığırtkanlığı yapan ve kitap ve makaleler yazan Öztürk’ün bu konularda bir sözünü duyan oldu mu?
Tabii ki hayır. Bunu yapabilmesi için uzmanlık alanı olan ve şu sıralar tefsirini yazmaya çalıştığı Yüce Kitab’ın, evrensel değerlerini önce kendisinin içselleştirmesi ve yaşantılaması gerekirdi. Bu ise sadece entelektüel birikim değil, sağlam bir mizaç ve ahlâki sorumluluk sahibi vicdanlara has bir özelliktir.
Sn. Öztürk, ülkedeki entelektüel sefaletin ya da dibe vurmanın en canlı, bir o kadar da en kurnaz misalidir. Dışarıdan bakıldığında aralarında meşrikle mağrib kadar fark olduğu sanılan Cübbeli Ahmet Hocayla Öztürk arasında aslında duruş açısından milim fark yoktur. Güce ve gücün evrilmesine göre yörüngelerini belirleyen bu tipler, ülkede ne ilk ne de son olacaktır.
Tıpkı Cübbeli Ahmet Hoca’nın değişen konjonktürü erken kokladığı (birilerinin kulaklarını fısıldadığı) gibi Öztürk de bir dönem sözcülüğünü yaptığı AKP ve güruhuyla arasında değişik vesilelerle mesafe koymaya çalışmaktadır. Bu, mahallesinden zılgıt yiyip, başka bir mekân arama gayretinden ziyade, mahallesizliğin verdiği imkanları tepe tepe kullanıp konjonktürel mahallelerde işe yaradığı müddetçe, ârâm eden pragmatik, omurgasız ve bir o kadar da prensipsiz dünya görüşünün beslemelerinin refleksleridir.
İnanın burada Öztürk derken doğrudan Prof.Dr. Mustafa Öztürk’ün şahsiyetini değil temsil ya da sembolize ettiği tipolojiyi dikkatlere sunmaya çalışıyorum. Ne Cübbeli hoca ne de Öztürk birey olarak bu satırların yazarının ilgi alanıdır.
Bu tipler, o kadar çok ki her yerde karşılaşabilirsiniz, akademide temsilcileri olduğu gibi medya da varlar, bürokrasi de yığınla ve mitoz bölünmeyle çoğalan bu güruh siyaset, spor, iş dünyası hatta pek çok sivil toplum örgütlerinde de farklı renk ve türevleriyle yoğun bir şekilde yer işgal etmektedir. Birbirlerine karşıt gibi dursalar da Cübbeli ve Öztürk, îfâ ettikleri misyona bakıldığında aslında aynı paranın farklı yüzlerinden ibaret olduğu çok çabuk fark edilecektir.
Teolojik açıdan da biri me’hazin kutsiyetinin altını oyarken, insanları dinden diyanetten uzaklaştırmakta, diğeri ise me’hazin kutsiyetini vurgulamak için kullandığı temelsiz enstrümanlarla benzer bir vazife icrâ etmektedir. Farklı teolojik önermelerle yola çıksalar da aslında aynı yere gidiyorlar ve insanları da kendileriyle birlikte aynı yere götürüyorlar.
Diyanet gibi bir kurumun da hariçten bunların ocağına su taşıdığını işin içine katarsanız, durumun vahametini herhalde daha iyi anlarız. Seküler kesimin canhıraş Öztürk’ün arkasında durmasıyla, Cübbeli’nin gözünde Perinçek’in hazrete dönüşmesi, anlatının derin yapısında birleştiklerinin en açık göstergesidir. Yoktur aslında birbirlerinden farkı.
Siyasi alanda da durum farklı değildir. Tıpkı liderlerin farklı partilere başkanlık yapıp, aynı görüşü benimsemeleri gibi. Söylem ve ideoloji düzeyinde dışarıdan bakıldığında çok farklı şeyler söylüyorlar ya da farklı yerlerde duruyorlar gibi görülebilir, fakat temelde tıpkı Öztürk ve Cübbeli örneğinde olduğu gibi farklı yollardan insanları aynı yöne ya da yola sevk etmektedirler.
Burada söz konusu siyasetçinin sağcı solcu, Türkçü ya da Kürtçü olduğu iddia edilen bir partide yer alması, bu gerçeği hiç mi hiç değiştirmemektedir.
Milliyetçiliğiyle ön planda olan İsmet Büyükataman, Lütfü Türkkan, Ümit Özdağ ya da Sinan Oğan ile HDP’de siyaset yapan Hakkı Saruhan Oruç arasındaki fark, gerçekte Cübbeliyle Öztürk arasındaki fark kadardır. Ya da E. Semih Yalçın, Özgür Özel, A. Hamdi Çamlı, M. Naci Bostancı, Ali Bayramoğlu, Etyen Mahçupyan ile Mehmet Metiner arasındaki fark, dışarıdan görüldüğü gibi değildir. Gerçekte ise bunların hepsi sembiotik (bir arada yaşayan) varlıklardır ve gerektiğinde demokrat ya da insan hakları havarisi, hak ve hukuk savunucusu, gerektiğinde de en bağnaz, tutucu ve acımasız canlılara dönüşebilirler.
Bu tatlı su balıkları içinde, entelektüel fahişeliği maalesef gazeteciler üstlenmişlerdir. Cahiliye şairinin yerini alan bu çağdaş yalan makinalarının isimlerini saymakla bitiremeyiz. Fakat şu sıralar gündemde olanlara kısaca değinmekte fayda vardır. Söz gelimi, Ahmet Hakan gibi hiçbir vicdani ve ahlaki prensibe sahip olmayan bir tetikçiyle, Ruşen Çakır gibi demokrat görünen bir gazetecinin aynı düzlemde olması, artık bir insanın daha fazla tedenni edemeyeceğini gösteren güzel bir örnektir. Şu an maruf yandaş ya da muhalif gibi görünen müzahrefatta bunlardan yüzlerce örnek vardır.
Daha da acınası hal ise, hukuk insanı kimliğiyle ortalıkta dolaşan ve sayıları denizanalarını andıracak kadar çok omurgasız, idraksiz (denizanalarının beyinleri yoktur), vicdansız türlerin hak havariliğine soyunmasıdır.
Ülkede uygulanan hukuksuzluk ve zulüm, arşı titretecek azamette olduğu halde, Yargının başındaki insanlarla, savunmanın başındaki insanların cübbelerinin, Cübbeli Ahmet Hoca’nın cübbesi gibi sadece görüntüden ibaret olması, üzerinde düşünülmeğe değer bir konudur. Metin Feyzioğlu ile ona alternatif olduğunu iddia eden şahıs (İstanbul barosu başkanı Mehmet Durakoğlu) nasıl aynı paranın farklı yüzleri ise, hak, hukuk zaman zaman da din soslu bildirimleriyle Ali Aktaş, Abdurrahim Karslı ya da İbrahim Kalın’ın da aynı varlık düzeyinin canlıları olduğu gayet âşikârdır.
Söz konusu misalleri artırmak mümkündür. Özetle buraya kadar söylenmek istenen husus, bir kişiyi değerlendirirken kişinin inancı, yaşam tarzı, dünya görüşü ve kılığı kıyafeti kriter olmamalıdır. Sn. Öztürk’e karşı çıkanlar ile sahiplenenler, aslında bir temel ya da sağlam bir kriter üzerinden bu eylemi gerçekleştirmemektedirler. Ölçüler açıktır ve gerçekten derdimiz hakkın ortaya çıkması ise bunun da çerçevesi bellidir.
Fakat asıl sorun, teolojik görünümlü derin bir ahlak sorunudur. Herkes mağdur olunca bağırmaya başlıyor. Burada şahsımı da söz konusu eleştiriden ayrı tutmuyorum. Türkiye’de inanan inanmayan, deist ateist ya da dindar kesimlerin ahlak anlayışı fevkalade parçacı ve görelidir. Küreselleşen dünyada, tüm insanlığı kucaklayacak potansiyele sahip olmayı bir tarafa bırakın, sadece aynı dili konuşan insanların bir arada yaşamasına bile elverişli bir zemin ortaya koyamamıştır.
Öztürk, akademik anlamda başarısız biri değildir; bilakis oldukça başarılı bir ilahiyatçıdır. Cübbeli Ahmet Hoca, müktesebat açısından pek çok ilahiyat ve Diyanetçiyi cebinden çıkaracak bilgi birikimine sahiptir. Etik alanına geldiğimizde ise ne Öztürk ne de Cübbeli hakkında aynı şeyi söylememiz mümkündür. Birisi profesyonel bir ispiyoncu, diğeri…
Epistemik anlamda bu kadar donanımlı insanların, söz konusu değerler olduğunda bu kadar alçalmasının sebebi ne olabilir? Tekrar ediyorum, bu iki isim de tipolojidir. Diyanetin başındaki şahıstan, İlahiyat Fakültelerinde dekanlık, bölüm başkanlığı ya da hocalık yapan pek çok kimseyi, ya da İmam Hatip liselerini parti binasına çeviren şahsiyetlerin hepsinde, benzer hastalığı görmek mümkündür. En acıklı durumu ise, Risale-i Nur gibi nezih bir kaynaktan beslenip de İslam’ı siyaset içinde boğan güruhla aynı safta kardeşlerini katleden ama cihat yaptığını sanan zavallılar oluşturmaktadır.
Bir ilahiyatçı olarak utanarak ifade etmeliyim ki din, dindarların ve seküler kesimin elinde bugün olduğu kadar hiçbir zaman bu denli yıpranmadı. Dindar nesil, değer yoksunu, çıkarcı, hiçbir prensibi olmayan, hak ve hukuk algısından yoksun ve insanlıktan bîhaber yetişti. Tamirine gelince yoracak kadar uzun sürecek yıllar alacaktır. Bunun için de ciddi anlamda yapısal değişime şiddetle ihtiyaç vardır.
Satırlarımı noktalamadan önce, başlangıç için, özellikle dindar kesime sesleniyorum: ne Öztürk, ne Cübbeli, ne Diyanet ve ne de İlahiyat ve İmam Hatip, mevcut halleriyle sizin derdinize derman olabilir.
İlle bir yerden başlamak istiyorsanız, sinenizi tüm insanlığa açmak istiyorsanız, hak ve adâleti iliklerinize, nöronlarınıza kazımak istiyorsanız, Ahmet Altan’a bakın, Cemal Yıldırım’a bakın, masum evla(tlar)ı için çırpınan Melek Çetinkaya’ya ya da “Hakk’ın hatırı âlidir” diyen Ömer Faruk Gergerlioğlu’na bakın! Ne Mehmet Görmez’in lafz-ı bî mânâ şatafatlı sözleri ve ne de Ali Erbaş’ın güzel sesi, size A. Natalia Avazyan’ın haksızlık karşısındaki duruşu kadar bir fayda verebilir.
Tüm insani ve ahlaki değerleri kirleten, gölgeleyen sözde dindarlardan, Allah bu dini ve toplumu korusun…