Acı dolu günlerden geçiyorduk.
Medya her gün yeni bir malzeme buluyor, insanların kafasını karıştırıyor, ruhlarını bunaltıyordu. En acısı da inanan kitlelerin birbiri hakkında çok ağır ithamlarda bulunmasıydı. İşte tam o günlerden birinde Boston'dan üç gazeteci Fethullah Gülen Hocaefendi'yi ziyarete gittik. Öğle yemeğine denk gelmişti ziyaretimiz. Sade bir sofranın bir köşesine davet edildik. Biraz sonra Hocaefendi geldi. Bize "hoş geldiniz" dedi, hüzünlü bir tebessüm ile. Durgundu, düşünceliydi. Uzun süre yemeğe başlamadı. Biz de nezaket gereği bekliyorduk. Hocaefendi, derin düşüncelere dalıp gidiyor, buğulu gözlerle zaman zaman etrafı süzüyordu. Odaya kesif ve derin bir hüzün hakimdi.
Nihayet Hocaefendi, kısa bir cümle söyleyerek sessizliği bozdu: 'Bizim yüzümüzden insanların helak olmasından o kadar çok endişe ediyorum ki!' Hiç beklenmedik bu cümle, bir bomba gibi düşmüştü odanın tam orta yerine. Ancak bu cümlenin anlamını sormaya müsait değildi atmosfer. Belli ki söylenen sözün devamı gelecekti. Belki beş dakika belki de on beş dakika sessizlik yaşandı. Bekliyorduk ki az önceki derûnî söze bir şerh düşülsün.
Derin bir iç muhasebesinden yansıyanlar
Sonunda beklentimiz boşa çıkmadı ve Hocaefendi, bize yönelerek; 'Bunu temizlemek lazım!' deyiverdi. Istırap içinde söylenen bu sözün ne manaya geldiğini anlayamadık. Meselenin doğrudan bize bakan bir yanı olup olmadığına kafa yoruyorduk ki yeni bir cümle daha odada yankılandı: 'Bunu siz temizleyemezsiniz.' Yakıcı bir hükümdü bu. Mevzu neydi, bizim yüzümüzden helak olma ihtimali yaşayan kardeşlerimiz kimlerdi, bunu niçin biz temizleyemiyorduk? Kalp ve kafamızı burgu burgu delen bu yakıcı sorular peşi peşine geliyor, o soruların altında adeta eziliyorduk. Her cümlenin arasına birkaç dakika giriyordu ama o zaman dilimi saatleri mahpus edecek kadar geniş bir mana içeriyordu.
Biz hâlâ 'Hocaefendi ne demek istiyor acaba?' diye düşünürken o, nihaî hükmünü verdi: "Bunu Cenab-ı Hakk'ın inayetiyle benim temizlemem gerekiyor." Bu cümle biter bitmez ayağa kalktı ve kararlı adımlarla odasına doğru yürüdü gitti. Saatlerce ne geldi aramıza ne konuştu bizimle. Tarihî bir muhasebenin tam ortasına düşmüştük ama iç muhasebenin sırrını çözecek bir bilgiye sahip değildik. Bir ara üst kata çıktık. Hocaefendi, galiba notlar tutuyordu sesli bir şekilde.
Belki de o söylüyor, birileri not alıyordu. Sebep ve hikmetini bilemediğimiz bir kısım olayların arka planından bahsediyor, güzergâh güvenliğinin sağlanabilmesi için nasıl fedakârlık yapıldığını; yalnız bazı insanların bunu bilmediği için yanlış yorumlar yaptığını izah ediyordu. Planlı bir taktik içinde medyanın nasıl imajlar oluşturduğunu ve bazı iyi insanların bile nasıl bu seylaplara kapılıp gittiğini somut olaylar üzerinden tahlil ediyordu...
Aradan epey bir zaman geçti. Şubat soğuğu kastı kavurdu etrafı. O korkunç tezvirat ve tahribat herkesi derinden etkiledi. En çok da Hocaefendi'yi. O günkü karmaşık denklemi tam çözemeyen, bu nedenle de gıybet ve dedikodudan çekinmeyen hatta işi o günkü zehirli atmosferin etkisiyle işbirlikçilik ve ihanet suçlamasına kadar götüren bazı insanlar, toz duman kalkınca meseleye biraz daha vâkıf hale geldi.
Bir fitnenin içinden geçiyorduk. O fitnenin failleri, Hocaefendi'ye taşıdığı değerlerden dolayı düşmanlık yapıyordu. Üzücü bir durumdu; ancak tarih boyunca binlerce örneği düşünüldüğünde anlaşılabilir bir yanı vardı bu düşmanlığın. Bir de o korkunç recm yapılırken dost cenahından atılan güller vardı. İçini kanatan da oydu. El âlemin attığı taşa, kayaya göğsünü siper eden bir düşünce ve dava adamı, dost ve kardeş cephesinden gelen çiçekleri gözyaşı ile karşılıyordu. "Acaba sebep ve hikmetini tam izah edemediğimiz durumlardan dolayı bu kardeşlerimiz öbür âlemde çok zor durumda kalır mı?" diye tir tir titriyor, sû-i zanna sebep olmaktan endişe duyuyor, bunu temizlemek gerektiğine inanıyordu.
Yıllar sonra bir radyo programına katıldım. İslami değerlere sahip çıkan bir radyoydu. Edebiyat, sanat, medya üzerine yaptığımız sohbet programdan sonra müessesenin sahibi geldi stüdyoya. Bana dedi ki; "Eğer Hocaefendi'yi görürsen lütfen helallik istediğimi söyleyin. Siyasi tansiyonun çok yüksek olduğu, medyanın duygu ve düşüncelerimize egemen olduğu o fettan günlerde ben çok gıybetini yaptım. O günkü atmosfer öyleydi, ben de kendimi kaptırmıştım. Ancak sular durulunca anladım ki büyük fotoğraf hiç de bizim sandığımız gibi değil. Ne olursun, Allah rızası için hakkını helal etsin."
Gel zaman git zaman Hocaefendi'yi ziyaret imkânım oldu. O muhafazakâr radyonun sahibinin söylediklerini naklettim Hocaefendi'ye. Duygulandı. "Hatırlar mısınız, bir dönem hafakanlar içinde kendi kendime, bazen de sizlere soruyordum; medyanın estirdiği hava gereği gıybetimizi yapan mümin kardeşlerimiz öbür âlemde mahcup olursa bunun hesabı bize de sorulur mu?" diyordum. Neyse ki düşmanca yapılan propagandaların amacı zamanla anlaşıldı ve ehli insaf kardeşlerimiz meselenin künhüne -en azından bir kısmına- vâkıf oldu...
Dönem âhir zaman olunca, her dem karmakarışık hadiseler yaşanır. Önemli olan, doğru yerde durmak, asla gıybeti meslek haline getirmemek. Herkesin malumudur ki bir ferdin gıybeti bir kişilik gıybettir ve haramdır. Herhangi bir camianın gıybeti o topluluktaki bütün fertler sayısı kadardır ve her bireyden ayrı ayrı helallik almak gerekir. Tabii ahrete, hesaba, gıybetin günah olduğuna inanıyorsak...