Samanyoluhaber.com yazarı Prof.Dr. Osman Şahin'in yazısı
PROF.DR. OSMAN ŞAHİN
Tıp, hukuk, fizik ve kimya gibi pozitif ilimler sahasında önemli konular söz konusu olduğunda, o alandaki uzman insanlara başvurulmaktadır. Herkes bunun böyle olması gerektiğini bilir ve ona göre davranır. Bu alanlarda her türlü kaynaklar ve her dilde yeterince mevcut olmalarına rağmen uzman desteğine ihtiyaç duyulur ki yanlışlar ve hatalardan uzak kalabilirsin.
Halbuki insanın hem dünyasını hem de ahiretini ilgilendiren dini konularda bu hassasiyet gösterilmemektedir. Günümüzde, ısrarla birileri dinin herkes tarafından kolayca anlaşılabileceği düşüncesini sık sık dillendirmek suretiyle yaymaya çalışmaktadırlar.
Bütün bunların neticesinde, herkes dini konularda dilediği gibi düşünüp konuşabileceğine inanmakta, sahip oldukları yarım yamalak bilgilerle, işin hakikatinden habersiz, bu alanda söz söyleyebilmek için gerekli her türlü maddi ve manevi donanımlardan yoksun ve aynı zamanda meselelerin tamamına da hâkim olmadıkları halde ulu orta konuşabilmekte ve insanların dünya ve ahiret hayatlarını mahvedebilecek yorumlar ve yaklaşımlarda bulunabilmektedirler.
Durum böyle olunca, on dört asrı aşkın bir zaman diliminde işin ehli olan insanlar tarafından ortaya konularak tespit edilmiş o muazzam birikimden, geliştirilmiş usul ve metodolojilerden istifade edilememektedir:
“Günümüzde özellikle bazı çevreler, bazı müfrit ve kendini beğenmiş kimselerin tesirinde, selef-i salihîne karşı tahkir ve tezyifte bulunmakta, özellikle de mezhep imamlarına ulu orta saldırmaktadırlar. Zannediyorum bu insanlar, semavî içtihadın üveyikleri olan o zatları yere indirmek suretiyle kendilerine sun'î bir zirve oluşturma gayreti içinde bulunmaktalar. Ben, aşağılık duygusunun hastalık hâline geldiği günümüzde, bu meseleyi selef-i salihîne kadar tamim etmenin marazî bir ruh hâletinden kaynaklandığını düşünüyorum…
Sahabe-i kiram efendilerimiz sabah-akşam Allah Resûlü'nden Kur'ân ve hadis dinleyip müzakere etmekteydi. Hâlbuki âyet ve hadisler bizzat onları konu alarak ele alıyor ve onların üzerinde duruyordu. Buna rağmen Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. işe Validemiz gibi önde gelen sahabiler, Efendimiz'e yüzlerce mesele soruyor ve O'nun izahlarını alıyorlardı. Hâlbuki Kur'ân, o dönemde gelişen ve konuşulan dil üzerine, yani Kureyş'in Mudar lehçesine göre nazil olmuştu ve onlar kendi dillerini çok iyi biliyorlardı. Meselâ Hz. Ömer, "Ben istesem devrimin dili ile alâkalı bin beyiti hiç durmadan söyleyebilirim." demekteydi.
Evet, bu insanlar dil ve edebiyat yönüyle lisana bu kadar vâkıf oldukları hâlde yine de: "Yâ Resûlallah! Acaba bu âyet ne diyor, şu hadis ne demek istiyor?" şeklinde Allah Resûlü'ne sorular sorma lüzumunu duyuyorlardı. Bundan da anlaşılmaktadır ki, din o kadar da basit bir mesele değil.. ancak bu yaklaşımdan, "dinin anlaşılmaz" olduğu da zan edilmemelidir. Yukarıda da ifade edildiği gibi, şimdilerde din, herkesin anlayacağı, icabında aleyhinde konuşacağı ve kendine göre hüküm çıkaracağı bir mesele hâline getirilmeye çalışılmaktadır. Nasıl ki, "Her ilim, erbabından sorulur." deniliyor, öyle de bu işin de erbabı vardır, bu meselede söz de onlara aittir.”
Kur'ânî Bir Prensip: Selefe Saygı
Günümüzde, bu iddialarla ortaya çıkanlar daha çok müsteşriklerin (oryantalistlerin) veya zahirilerin (ayetlerin ve hadislerin direkt zahiri manalarını esas alan, onlardaki mecazı ve tevilleri gibi hususları kabul etmeyen kesim) ortaya koyduğu kaynaklara bakarak bunu yapmakta ama bunlara karşı yazılmış kaynaklardan faydalanmamaktadırlar:
“Bazı kişiler, bu tür fikirleri ortaya atıp bunların bayraktarlığını yapan bir kısım zâhirîlerle, şarkiyatçıların eserlerini okuyup onları ön plana çıkarmakta, ancak her ne hâl ise bu düşüncelere mukabil yazılan kitaplara bir türlü bakmamaktadırlar. Hiç olmazsa, Zahid el-Kevserî'nin "Makâlât"ına veya Mustafa Sabri Efendi'nin "Mevkıfu'l-akli ve'l-ilmi ve'l-âlemi min Rabbi'l-âlemin"ine bakmaları ve daha yeni bir kısım araştırma ve makaleleri de dikkate almaları gerekmez miydi? Oysaki sağlıklı bir neticeye varabilmek için mutlaka karşılıklı tenkitlerin okunması lâzımdır.
Selefi tenkit etmede ileri gidenlerden bir diğeri de Muhammed b. Abdulvahhab'dır ve bu zatın yazdığı kitaplar bugün elimizdedir. O kitaplara bakıldığında, Muhammed b. Abdulvahhab'ın İbn Kesir, İbn Kayyim el-Cevziyye, Şevkânî gibi müelliflerden bol bol ihtisarlar yaptığı, bu ihtisarları kaleme aldığı ve bir kısım hadisleri kendine göre toparladığı görülecektir. Aslında bu zat, ilim düşüncesi ve İslâm'ın temel disiplinleri adına söz söyleyecek iktidarda bir insan da değildir. Ne var ki, bu zatın düşüncelerinden beslenen kimseler her ne hikmetse, İslâmî pek çok meseleyi şirk olarak addetmişlerdir. Bilmem ki, mezar ziyaretinden, vefat edenlere Fatiha okumaya, oradan tesbih çekmeye kadar pek çok şeye şirk nazarıyla bakmayı ve herkesi dalâlet içinde mütalâa etmeyi mü'minlere nasıl reva görmektedirler.
Bunlardan başka, Batı şoku ile şoke olmuş insanlar da inhirafın ayrı bir versiyonunu teşkil etmektedirler. Kimileri kevnî mucizeleri inkâr edecek kadar bu mevzuda ileri gitmiş, kimileri Efendimiz'le alâkalı harikaları sadece Kur'ân'a bağlamış; kimileri Dekart'ın, kimileri Kant'ın, kimileri Bergson'un arkasında yürümüştür. Aslında, onların yazdıkları eserlere bakıldığında bu insanların tesirlerinde kaldıkları açıkça görülecektir. Mustafa Sabri Bey kitabında bunların hepsini tenkit etmiştir. Ben de bu zatlar okunacaksa tenkitleriyle birlikte okunmasının daha faydalı ve ilmî hassasiyete daha uygun olacağını düşünüyorum.”
Kur'ânî Bir Prensip: Selefe Saygı
HERKES İCTİHAD YAPABİLİR Mİ?
Bu hastalıkların yol açtığı büyük problemlerden birisi de dini ilimlere ve bu ilimlerde geliştirilmiş olan usul ve metodoloji ilimlerine (özellikle de Fıkıh Usûlü) vakıf olmayı ve aynı zamanda manevi donanıma da sahip olmayı gerektiren içtihad gibi bir konunun ayağa düşmesidir:
“Dinsizin, imansızın ve inkârcının dini istismar edip kendine göre dini yorumlamaya kalktığı bir dönemde, içtihadın kapısını açıp Kitap ve Sünneti cahillerin yanlış yorumlamasına müsaade etmek, kalenin muhasara edildiği bir dönemde -Üstad'ın ifadesiyle- kalenin kapılarını açmak, dolayısıyla kasr-ı İslâm'a ihanet etmek demektir. Birileri, "İçtihat kapısı açık olduğuna göre ben de içtihat yaparım." derse, diğeri de bundan cesaret alıp "Ben de yapabilirim." diyebilecektir. Esasen bu anlayış, değişik yönleriyle çok mâlul ve marazî ruhlardan kaynaklanan bir husustur. Meselâ benim, gen mühendisliği ve DNA hakkında bildiklerim ansiklopedik bir bilgiden öteye geçmez. Şimdi kalkıp bu mevzuda içtihatlarda bulunursam, hem o sahaya, hem de o sahanın sahiplerine karşı ciddî bir saygısızlık yapmış olmaz mıyım?
Bu konuda yapılması gerekli olan, işi uzmanına bırakmaktır. Çünkü bu konuda senelerini verip doktora yapan, akademik seviyede araştırmalarda bulunan insanlar vardır. Şunu kemal-i samimiyetle ifade etmeliyim ki, ben yirmi beş senedir lisansüstü denebilecek bir seviyede arkadaşlarla hadis mütalâa ediyorum. Fakat "Hadisin yirmide birini biliyorum." diyemem. Zira hadis, bildim demekle bilinmez. Buna rağmen ben, "Hafızamda da yüzlerce hadis var. Bunlardan bir hüküm çıkarayım." dersem, -hafizanallah- Sünnet'e saygısızlık yapmış olurum. Bu iş bir ihtisas işidir ve ciddî bir usûl bilgisi olmadan nasslardan hüküm çıkarmak mümkün değildir.”
Kur'ânî Bir Prensip: Selefe Saygı
Dini ilimlere vukufiyeti ve manevi hayatındaki enginliği işin ehli olanlar tarafından defaatle ifade edilip tespit edilen Fethullah Gülen Hocaefendi, bu sahip olduğu donanımlarına rağmen, ortaya koydukları performanslarıyla kendi zamanlarını aşabilmiş o büyük imamlara tabi olmayı kendine tercih etmektedirler. Hal böyle olunca, Hocaefendi seviyesinde olamayan bazı insanların ise pervasızca din adına içtihatlarda bulunmalarını anlamak mümkün değildir:
“Mezhepler, dinî hayatı idare etme, din adına dinî prensipleri söyleme ve âdeta "Arkamdan gelin ve benim arabama binin." deme konumundadırlar. Bu mevzuda ben şahsen bu işin mütehassısı gördüğüm Ebû Hanife'nin arabasına binmeyi, onun dümenine itimat etmeyi kendime tercih ederim ve ettim. Ebû Hanife, İmam Şafiî, İmam Malik, İmam Ahmed b. Hanbel gibi devâsâ mezhep imamlarımız kendilerini tamamen bu işe vermiş, özel donanımlı ve dinin ruhuna saygılı insanlardır…
Evet, işte bu insanlar kendi zamanlarını aşan insanlardır. Nasıl ki Einstein fizikte çağını aşmış bir insandır, Ebû Hanife, İmam Şafii, İmam Malik, İmam Ahmed b. Hanbel de çağını aşmış birer fakih/hukukçudurlar. Buna rağmen bu insanları hafife alma sadedinde "Onlar bir şey demiş, ben de bir şey diyorum." şeklinde sözler sarf etme -en hafif tabiriyle- çok büyük bir saygısızlıktır. Ebû Hanife bile bu sözü söylememiştir. Kendisinden önce gelen sahabeyi ve tâbiîni baş üstüne koymuş, tebe-i tâbiîn ise emsali olduğundan onlar hakkında “biz de onlar gibi hüküm verebiliriz” diyebilmiştir…
İşte Ebû Hanife, İmam Şafiî, İmam Ahmed b. Hanbel, İmam Malik gibi devâsâ kametler böyle bir ortam ve böyle bir dönemde yetişmişlerdi. Bu insanlar, çok zeki olmakla beraber aynı zamanda akıl almaz bir hafıza gücüne de sahiptiler. Meselâ İmam Şafiî, "Ben hayatımda unuttuğum bir şey olduğunu hiç hatırlamıyorum." demektedir. Yine bu kutlu imamlar, yüz binlerle ifade edilen hadisi senetleriyle birlikte hafızalarında bulundurma biliyorlardı. Dile kolay. Bunun ne kadar zor bir iş olduğunu azıcık hadis ilmiyle uğraşanlar çok iyi anlayacaklardır. Ayrıca, yüz milyonların asırlar boyu bu zatlara itimatları ve peşlerinden gitmeleri, din hususundaki yeterliliklerine ve samimiyetlerine en büyük delildir.
Burada istidradî olarak içtihat hususunda mütesahil davrananlara şöyle bir soru sormak istiyorum: "Bu zatların, bu istidat, kabiliyet ve teveccühleriyle Allah'ın emirlerini anlama mevzuunda, dinle ve dinin kaynaklarıyla konsantre olmaları neticesinde elde ettikleri hakikatlerin üstünde ne bulmayı umuyoruz?" Bu tür isteklerde bulunan bir kişinin Serahsî'nin Mebsût'unu, İbrahim Halebî'nin Mültekâ'sını, yine Merğinânî'nin Hidaye'sini karış karış taraması gerekir. Buna rağmen kişi, "Ben, bu insanların Kitap, Sünnet ve İcma'dan süze süze, damlata damlata meydana getirdikleri bu deryayı bütünü ile karıştırdım ve aradığım şeyleri göremedim." diyorsa, bulamadığı bu meseleleri tespit edip ortaya koymalı ve eğer gücü yetiyor, samimî ve bu işe de ehilse, bunların cevaplarını edille-i şer'iye denilen "Kitap, Sünnet ve İcma" içerisinde aramalıdır.”
Kur'ânî Bir Prensip: Selefe Saygı
İlimlerin çok fazla geliştiği ve her bir alandaki alt branşların bile başlı başına bir ilim dalı haline geldiği bir zaman diliminde, bir insanın tek başına içtihad edebilmesi ve bu içtihadında isabetli olabilmesi artık altından kalkılamayacak bir iş haline gelmiştir. Hazret-i Bediüzzaman’ın tam bir tefsirin ancak uzmanlardan oluşacak bir heyet tarafından yapılabileceğinin tespitini yaptıkları gibi, Hocaefendi’de doğru ve isabetli içtihadın ancak ehil insanlardan oluşmuş bir heyetle gerçekleştirilebileceğinin altını çizmektedirler:
“Bu esaslar sahabeden beri birer prensip olarak vaz'edilmiş ve hüküm istinbatında kullanılagelmiştir. Yok, daha farklı düşünüyor ve "Ben, Kitab'ın şu meselesini almıyorum, İcmada da şunu kabul etmiyorum." diyerek bunlara muhalefet etmek istiyorsa, o apaçık bir dalâlettir. İstihsan, istishab, maslahat-ı mürsele, sedd-i zerâi gibi esaslara gelince, bunlar da İslâm âlimlerinin Kur'ân ve Sünnet'ten ilham alarak hüküm istinbatında kullanmış oldukları hukukî disiplinlerdir. Meselâ "Zaruret hâlinde mahzurlu şey mübah olur." küllî kaidesi, İslâm âlimlerinin Kur'ân ve Sünnet'in ruhuna dayanarak istikrar ile ortaya koydukları bir kaidedir. Bu olmasa bile, bazen bu kabîl küllî kaideleri açıktan açığa Kur'ân ve Sünnet'te bulmak zordur; zordur ama bu yine de Kur'ân'daki bir âyetten istinbat edilmiştir.
Hâsılı, İslâm Hukuk Metodolojisi (Fıkıh Usûlü), İslâm âlimlerinin Kur'ân ve Sünnet'i anlamada geliştirdikleri, dünyada benzeri olmayan ciddî bir ilim dalıdır. Bu metodoloji sayesinde, her asrın Müslümanları Kur'ân ve Sünnet'in kendi zamanlarına bakan yanlarını alabilir ve geliştirebilirler.
Günümüzde Kitap ve Sünnet'te çözümünü bulamadığımız içtihada ihtiyaç duyulan meselelere gelince, bizim kanaatimiz, sahasının uzmanı şahıslardan bir heyet teşkil edilmesi ve böyle bir içtihadı bu heyetin gerçekleştirmesidir. Böylelikle bir kişinin üstesinden gelemeyeceği bu ağır yük cemaatin omuzlarına yüklenmiş olacaktır ki; onun da her zaman dalâlete düşmeyeceği teminatı söz konusudur.” Kur'ânî Bir Prensip: Selefe Saygı