Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ'un görev süresi sona eriyor. Ülke çetin bir dönemden geçerken o koltukta oturmak ateşten gömlek giymek gibi bir şey olmalı.
Öyle ya da böyle, hiçbir makamda hiç kimse sonsuza kadar kalamıyor. Emaneten verilen vazifelerin zamanında doğru anlaşılması gerekiyor ki, güzel işler yapılsın, tarihe iyi notlar düşülsün... Gidenin arkasından konuşmak kimseye fayda sağlamaz; ancak bir kısım değerlendirmeler yapmakta da fayda var; tabii ki bazı meseleleri şahsîleştirmeden ve kurumsal itibarı göz önüne alarak...
İlker Başbuğ, iyi bir başlangıç yapmıştı aslında. Göreve başladığı ilk günlerde Anıtkabir ziyareti sırasında aşırı sıcaklar altında görev yapan muhabirlere hâl hatır sormasından, halkla ilişkilere ve medyaya önem vereceği belliydi. Nitekim basın toplantıları yapmaya başladı. İlk toplantıda yaptığı sosyolojik çıkarımlar, onun sosyal bilimlere ilgisi olduğuna dair bir kanaatin oluşmasına sebep oldu. Bazı gazeteler Başbuğ'u "entelektüel bir komutan" olarak niteledi. Aslında bazı konularda elde ettiği sonuçlar hem doğru değildi hem de bilimsel gerçeklikten uzaktı. Olsun. "Bizim sosyologlara ihtiyacımız yok!" diyen 28 Şubat'çılarla kıyaslandığında, İlker Bey'in, "Köyden gelen öğrenciler barınacak yer bulamadığı için cemaat ve tarikatların imkânlarından yararlanıyor." demesine ve oradan da, "Sosyal devlet olsak bu sorunlar çözülür." saptamasına pek aldırış etmemek gerekiyordu. Zaten Kürt sorununa o bildik çocuksu romantizmle yaklaşmasına da, ya da sorunun özündeki hataları anlama yerine epik bir söyleme sığınmasına da kimse itiraz etmedi...
Daha ilk basın toplantılardan da anlaşıldı ki, İlker Bey kameraları da mikrofonları da pek seviyordu. Olsun. Varsın görünme arzusu medyada dalga dalga yankılansın. Önemli olan, oradan çıkacak şaşaalı fotoğraflar, yıldızlı görüntülerle tatmin olunması değil; doğru ve çağdaş mesajlar verilmesiydi. Nitekim doğru mesajlar da verdi Genelkurmay Başkanı. Mesela darbelerin, cuntaların konuşulduğu bir toplantıda, "TSK bünyesinde demokrasiye aykırı faaliyette bulunan kimse barınamaz." dedi. Alkışlanmayı hak eden laflardı bunlar. Ancak zaman içinde Paşa'nın bu demokratik duruşunda eğilmeler bükülmeler gözlendi. Medyaya ilgisi büyüktü ama iletişimi, sınırlı gazeteciler üzerinden yürüttü. Az sayıda basın mensubuyla bir araya gelip saatlerce muhabbet etti. Genel bir açılım yapamadı. En basitinden akreditasyon sorununu bile çözemedi. 28 Şubat'ın anormal şartları içinde başlayan uygulamayı önce sınırlı olarak kaldırdı, sonra "Genişleteceğim." dedi, onu bile başaramadı. Hoşlanmadığı bir gazeteye ömür biçip "3 ay sonra kapanacak." gibi kehanetlerde bulunması hiç hoş değildi...
Başbuğ'un imajı olumlu bir havada sürerken, ne oldu, nasıl oldu, bilemiyorum; İlker Bey darbecilik suçundan yargılanan kişilerin adeta hâmisi oldu. Devam eden yargı sürecine aldırış etmeksizin zanlıları masum ilan etti, delilleri de anlamsız hale getirmek için çaba sarf etti. "AKP'yi ve Gülen'i bitirme" belgesi için 'kâğıt parçası' dedi mesela. Fotokopi belgenin aslı çıkınca ve o aslın, bütün araştırmalardan emri altında çalışan bir subayın 'elinin ürünü' olduğu anlaşılınca Başbuğ için zor bir süreç başlamış oldu. Kazılar sonucunda ortaya çıkan LAW silahlarına 'boru' demesi tam bir skandaldı. Keşke böyle bir hatayı yapmasaydı. Keşke Genelkurmay Başkanlığı makamını böyle basit hatalar yüzünden bu kadar sarsmasaydı...
Yukarıdaki yanlışlarla yetinmedi Başbuğ. Generalleri arkasına bir dekor gibi dizip basının huzuruna çıktı, gazeteci azarladı, nutuk çekti, nasihatte bulundu. Bir ara öfkelenince parmağını sallayarak tehditler savurdu, öfkesine mağlup oldu. TSK hakkında asimetrik savaş yapıldığını savundu; ancak karakollarımızın basılması ve gencecik yavrularımızın şehit edilmesindeki ihmal ve kusurların üzerine gitmedi. Kızdığında 'hainler'den bahsetti, 'kanı bozuklar'dan dem vurdu; ancak ordumuzun itibarını sarsacak iddialara somut bir yalanlama getiremedi. Keşke bazı suçlamalar olduğunda o çok sevdiği ekran ışıklarının karşısına çıksa ve "Ey bizi vergileriyle ayakta tutan milletim! Bu iddialar doğru değil; işte ispat edici delillerim." deseydi, yanık yüreklerimize su serpseydi! Dağlıca, Aktütün, Reşadiye, Gediktepe, Hantepe... Bütün bu korkunç saldırılarda ihmal iddiaları gündeme getirildi. Uydu fotoğrafları, istihbarat raporları, Heron görüntüleri vs. bahsi geçen baskınlarda bir kısım hataların (hatta ihanetlerin) olduğuna dair şüphe oluşturdu. Başbuğ, bu tür iddiaları soğukkanlılıkla karşılamalı, ciddi bir soruşturma başlatmalı, ihmali, kusuru, gafleti bulunan birileri varsa onları cezalandırmalıydı. Ama yapmadı.
Balyoz iddiaları gündeme gelince İlker Bey'in dengesi büsbütün bozuldu. Gerek yoktu bu kadar sarsılmaya. Madem, "Darbeciler TSK içinde barınamaz"dı; o halde hukukî sürece müdahale etmeyecekti. Sanki yargının elinde bilgi, belge yokmuş gibi, sanki somut bulgular doğrultusunda savcılar iddianame hazırlamamış gibi, sanki o iddianame hâkimler tarafından kabul edilmemiş gibi davrandı. Sanıklar hakkında yakalama emri çıktığında da zanlıları askerî tesislerde toplayıp yargıya teslim etmeme yolunu seçti. Bunun adı resmen, 'yardım ve yataklık etme suçu'dur. İki bin yıllık bir ordunun başı böyle bir suça nasıl müsaade eder?
Bu yazı kaleme alınırken hâlâ Hantepe'deki saldırıyla ilgili korkunç iddialar karşısında sessizlik devam ediyor. Heronlar teröristleri tespit ediyor, ilgili makamlara rapor ediyor; hatta saldırıları kare kare görüntülüyor. Niçin o çocuklara yardım gönderilmedi? Niçin istihbarat doğru değerlendirilmedi? Niçin göz göre göre Mehmetçik 'bir avuç eşkıya'ya teslim edildi? Bunlara somut cevap vermeden o makamda oturulmaz ki!
Her neyse. İşte geldi gidiyor; tıpkı kendinden öncekiler gibi. Geriye, yaptığı icraatlar, bıraktığı izler kalıyor. Bu çerçeveden baktığımızda Orgeneral Başbuğ için "Keşke..." diye başlayan onlarca cümle kurulabilir. Neden? Çünkü gönlümüz istiyor ki boşu boşuna ne TSK yıpransın ne TSK'yı temsil eden fertler. İnsanlar geçici, kurumlar kalıcı. O kurumların itibarını korumak için iyi yönetilmesi, doğru işler yapılması gerekiyor. İlker Bey, büyük bir imkân yakalamıştı aslında, ancak tarihî fırsatı iyi değerlendiremedi. Hem kendisini zor durumda bıraktı hem kurumunu sarstı. Keşke öyle olmasaydı. Umarım müstakbel Genelkurmay Başkanı Orgeneral Işık Koşaner, son yıllarda yaşanan krizi büyük bir fırsata dönüştürür. Neden olmasın?
Sezen Aksu'ya mahalle dayağı
Yakın zamana kadar "mahalle baskısı" diye bir şey uydurup halk üzerinde baskı kurmaya kalkanlar, referandum sürecinde 'evet' diyenleri adeta linç ediyor. Üstelik bunu yaparken sembol isimler seçip dört bir yandan o insanları kuşatarak demedik laf bırakmıyor, tacizin bin bir çeşidini yapıyorlar.
Sezen Aksu'nun söylediği bir cümleyi anlamadan (ya da kasıtlı olarak çarpıtmak suretiyle) veryansın ettiler. Önce, "sazan" diyerek aşağıladı birisi. Kendileri gibi düşünmeyenlere karşı nezaket seviyesi demek ki bu kadar sığ. Sonra gazetelerde yazılar yazdılar, televizyon programında kükrediler. Niye? Sezen Aksu referandumda 'evet' diyecekmiş de ondan. Şimdi sanatçıların ağzını bıçak açmıyor; çünkü mahalle dayağından korkuyorlar; hani ibret olsun diye mahalle meydanında atılan dayak var ya, işte o cinsten bir ceza veriyorlar güya...
Sezen Aksu'ya yapılanlar, asıl "mahalle baskısı"nın nerede yapıldığını gözler önüne serdi. Statükonun korunması uğruna her geçen gün daha hırçınlaşan bir kitlenin maskesini düşürdü. Ne var ki artık şehir efsaneleri uydurarak, manipülatif haberler yaparak toplumu bölmek, parçalamak ve mevhum bir korku havası oluşturmak mümkün değil. Zaten o çiğ senaryolar üzerinden yürütülen baskılar yeterince sırıtıyor ve kamu vicdanı tarafından şiddetle reddediliyor. Dilerseniz test edin; göreceksiniz baskılar sonrası halkın Sezen Aksu'ya duyduğu saygı ve sevgi zirve yapmıştır.
Tayini çıkmış devlet memurlarının mağduriyeti
SORU: Tayini çıkan memurlar, seçmen kayıtlarını yeni bölgelerine aldıramıyor. Tayin olan memurların anayasal haklarını kullanmaları için bir yol var mı?
CEVAP: Yüksek Seçim Kurulu (YSK) seçmen listelerini kesinleştirdi. Ancak bürokraside malumdur ki, devlet memurları yoğunlukla temmuz ve ağustos aylarında tayin olurlar. Bu nedenle, aileleri ile birlikte yaklaşık 500 bin insanın seçmen kaydının olduğu bölgeden, vazifesi gereğiyle uzaklaştırılması gibi bir durum ortaya çıktı. Referandumda oy vermek, her şeyden önce anayasal bir haktır. Hem, oy vermemenin de mevzuata göre bir cezası var.
Bu durumdan en çok mağdur olanlar, öğretmenler, askerler ve emniyet mensupları olacak gibi görünüyor. Emniyet güçleri referandum günü bulundukları bölgelerin güvenliğinden de sorumlu olacakları için, hem vazife gereği anayasal haklarından mahrum olacaklar hem de para cezası ödemek durumunda kalacaklar. YSK'nın şu ana kadar yaptığı açıklamalarda, bu hususta bir çare üretilmişe benzemiyor. Mükerrer oy kullanımının engellenmesi gerekçesiyle seçmen listelerinin belirlendikten sonra değişmemesi öngörülmüş; ancak devletin kendi memurunu böyle bir vatandaşlık görevinden mahrum bırakması da makul değil. Şimdilik YSK'dan bir çözüm bekleniyor; ancak tayini çıkmış devlet memurlarının 12 Eylül Pazar günü, günübirlik de olsa seçmen kayıtlarının olduğu bölgeye giderek oy verme işlemini gerçekleştirmesinden başka çare de yok. Tabii ancak o gün vazifeli olmayanlar bunu yapabilecekler. Diğerleriyle ilgili anayasal çelişkiyi de, bu durumu ayarlayan kurumun çözmesi bekleniyor.