The New York Times’ın hafta sonu baskısında İslam ve Batı üzerine çarpıcı iki makale vardı.
Biri Somali’den çıkıp Batı dünyasında ses getiren çıkışlar yapan ve sonunda ölüm tehditleri nedeniyle Hollanda’dan Amerika’ya göç eden Ayaan Hirsi’nin yeni kitabı Nomad’ın değerlendirmesi.
Diğeri Amsterdam Belediye Başkanlığı’ndan İşçi Partisi liderliğine yükselen ve Hollanda’yı yeniden Avrupa’nın örnek ülkesi haline getirmeye uğraşan Job Cohen’i değerlendiren bir makale.
Hirsi’nin kitabını New York Times’ın yorum sayfası editörlerinden Nicholas Kristof değerlendirmiş.
1969’da Somali’de doğan Hirsi’nin ailesi politik baskıdan kaçmak için göç etmiş ve bunun sonucu çocukluğu Kenya, Ethopya ve Suudi Arabistan’da geçmiş.
Birden fazla dili öğrenen Hirsi, müslüman babasının kendisini tanımadığı bir erkekle evlendirme isteğine karşı çıkmış ve ailesini terk ederek Hollanda’ya yerleşmiş.
Kişisel deneyiminin de etkisiyle tamamen islam karşıtı bir kadına dönüşmüş Hirsi.
İslam’ın doğasında şiddet olduğuna inanıyor. Her müslüman çocuğun şiddetle büyütüldüğü, dinsizlerle, yahudiler ve Amerika ile savaşma inancıyla yetiştirildiğini savunuyor.
Bu nedenle de Batı’nın göç ettikleri ülkelerde kendi yaşam tarzlarını sürdürmeye çalışan müslümanlara daha az hoşgörü göstermesi gerektiğini savunuyor.
Hollanda İşçi Partisi lideri Job Cohen siyasi yaşamıyla tam bunun aksini kanıtlamış biri.
Amsterdam Belediye Başkanlığı sırasında müslüman cemaatiyle kurduğu ilişki sayesinde, kentteki gerilim düşürmüş.
Amsterdam’da 2004’ten beri herhangi bir olay meydana gelmemiş.
Laik bir yahudi ailesinde yetişmiş Cohen ve şu anda ülkenin farklı etnik ve inanç kökeninden gelen insanlarını partisinin çatısı altında birleştirmeyi başarmış.
Bunlardan biri Nebahat Koç, diğeri Faslı Ahmet Marchouch.
Camilerde çay içmekle suçlanan ve çabaları küçük görülen Cohen, kısa sürede partisinin oy oranın yüzde 11’lerden 22’ye çıkarmış.
Ülkesinin tarihini günümüz koşullarına uyarlamayı başarmış.
Toplumsal barışın koşulları aslında dünyanın her yerinde aynı.
Bazı ülkelerde müslümanlar, bazılarında hristiyanlar azınlık olabilir.
Önemli olan çoğunluğun azınlıkla uyumunu sağlamak, azınlığın çoğunlukla ters düşen kimi geleneklerini günün hukuk düzeniyle uyumlu hale getirmeyi başarmak.
Bu, azınlık gerçeğini kabul etmekten geçiyor.
Sonrasında azınlıkların genel hukuk sistemi içinde kimlik ve inançlarını koruyup geliştirmelerini engelleyen bir yapı olup olmadığını değerlendirmek gerekiyor.
Öyle bir yapı varsa, bunu değiştirmek ve azınlık konumundaki insanların önündeki engelleri kaldırma mücadelesi vermek zorunluluğu doğuyor.
O nedenle Kemal Kılıçdaroğlu’nun Kürtlere Kürt demesi yetmez.
Kürtler’in diline, kültürüne sahip çıkmalarını önleyen, yönetimde söz sahibi olmalarını engelleyen bir yapı var mı, onu söylemesi ve bu yapıyı ortadan kaldırma çabasına girmesi gerekiyor.
Sosyal demokrat liderlik bunu gerektirir.
Kemal Bey’in görmesi gereken ilk gerçek, Kemalizm ile sosyal demokrasinin kan uyuşmazlığı olduğu gerçeği.
Sorunları doğru teşhis edip, doğru çözüm yolları bulmak sosyal demokrat politikaların kaçınılmaz bir sonucudur.
Kemalizm ise bu sorunları gerekirse zor kullanarak bastırmayı tercih eder.
Günümüz koşulları, Kemalist yöntemleri aşmayı gerektiriyor.
Kılıçdaroğlu, çağın politikacısı olup olmayacağını bu sınavla gösterecek.
Kılıçdaroğlu bunu başarırsa Türkiye siyasetine yeni bir soluk getirebilir.
Yoksa CHP’yi Baykal’dan daha fazla oy almış bir ana muhalefet partisi almış bir parti haline getirme başarısı göstermekle yetinmek zorunda kalır.
Türkiye’de iktidarın yolu daha fazla demokrasiden geçiyor.
Bunu savunmadan siyasette başarı gelmez.