Bir Yıldız Doğuyor Afrika gecelerine

Samanyoluhaber.com yazarlarından Harun Tokak, yeni köşe yazısını "Bir Yıldız Doğuyor Afrika gecelerine" başlığıyla kalema aldı.


Bir Yıldız Doğuyor Afrika gecelerine

Sıcak ve yağmurlu bir yaz akşamının kızıl kızgın gün batımı, okyanusun ortasında gittikçe kızıllaşarak tamam oluyordu. 
İşte ayrılıyordu. 
Abdullah Aslan için veda vaktiydi.
Avrupa’nın konforlu evlerinden, aydınlık yollarından Afrika’ya; çamurlu yollara, karanlık sokaklara, akmayan sulara, kesik elektriklere, çöp kokularına, olmayan belediye hizmetlerine gidiyordu.
Kızıl sabahlara, güneş yüklü öğlelere, şehrin varoşlarında bitip tükenen hayatlara, acılarla yoğrulan gam yüklü karanlık gecelere gidiyordu.
Teneke barakalarda yaşayan, buldukları kuru bir ekmekle mutlu olan, dar ve  toprak sokaklarından üstü açık lağım kanalları geçen; hastalığın, ölümün eksik olmadığı Kara Kıta’nın güzel yürekli insanlarına gidiyordu.
Yakıcı güneş ışıklarının teneke barakaları fırına çevirdiği, sıtma, dizanteri, tifonun yakalarını bırakmadığı insanlara umut olmaya gidiyordu.
Artık veda vaktiydi. 
“Siyah inciler beni çağırıyor,” diyordu. 
Gönlünü yüce sevdalara kaptırmış yiğit “kara sevda” sına koşuyordu.
Herkes akın akın mütevazı kültür merkezine koşuyordu.
Kutupların karanlık gecelerinden Afrika gecelerine bir yıldız kayıyordu.
Sanki geçmişteki o ihtişamlı günler geri gelmişti.
Dingin bir bir yaz akşamıydı…
Mütevazı kültür merkezindeki veda merasimi, uzun zamandan beri özlediğimiz ihtişamlı günlerin geri dönüşü gibiydi. 
Bu sahneleri yıllar önce Yamanlar Koleji’nin, FEM’in üzerindeki 5. Katta görürdük.
Hocaefendi’nin takkesinden gideceği yeri çeken Işık Süvarileri, sabahın erkeninde  yollara düşerdi.
Mazlum milletlerin ufkuna bir fecir parıltısı gibi doğarlardı. 
Neden gittiler?
Geride neleri bıraktılar?
Hayalleri, aşkları, sevdaları yok muydu bu gençlerin?
Bu nasıl bir sevda ateşiydi, nasıl tutuşmuştu?
Hangi bengisu pınarlarından içtikleri ölümsüzlük iksiriyle sarhoş olmuşlardı?
Neden doğup büyüdükleri toprakları, bakıma muhtaç yaşlı anne ve babalarını yaşlı gözlerle bıraktılar geride?
Binlerce Simurg kuşu, dönüşü olmayan kızıl ufuklara kanat çırptı.
Okullar açıldığında, zil çaldığında, ders yılı başladığında “Ya benim sınıfım öğretmensiz kalırsa, öğrenciler başıboş ve boynu bükük kalırsa,” duygusu ve korkusu sarardı her yiğidin yüreğini.
İşte bu duygu, Işık Süvarileri’ni bir Leyla gibi gördükleri ülkelerinden Sibirya'nın soğuklarına, Afrika'nın çöllerine savuran sevdaydı.
Yıllar sonra sanki o ihtişamlı günler geri gelmişti.
Salon tıklım tıklım doluydu.
Bulunduğu ülkenin manzarası ne kadar güzel olursa olsun, baktığı pencere Abdullah Aslan’a acı veriyordu ve o acının tarihinin yazıldığı “kara sevda” sına gidiyordu.
Nice zamandır unuttuğumuz sahnelerdi bunlar...
Çok güzel konuşmalar oldu.
Abdullah Aslan’ın iki küçük çocuğu da yanındaydı. 
Hiçbir şeyden habersiz kendi oyunları ile meşgul olan yavrucuklar sanki babalarına destek olmak için oradaydılar.
 Abdullah Aslan, tertemiz yüreği ile inşa ettiği güzelliklerin anlatıldığı her bir konuşmayı, Anadolu’nun utangaç kızları gibi yüzü kızararak, başı önde dinledi.
İşin doğrusu, ben de onun bu kadar sevildiğini bilmiyordum.
Bu sessiz ve sakin insan hangi ara bu kadar sevgiyi yüreklerde biriktirmişti.
Belli ki, yer altı nehirleri gibi derinden ve sessiz akıyordu.
Mütevazı kültür merkezi, nice toplantılara ev sahipliği yapmış, nice duygulu sahnelere şahit olmuştu. 
Fakat bu serin yaz akşamında bir başkaydı.
Sanki asık suratlı duvarlar bile gülümsüyordu.
Sanki Hz. Aliler, Hz. Mus’ablar aramızdaydı. Tarihin sayfaları, satırları arasından fırlayıp gelmişlerdi.
Sanki Afrika’nın bir ucundan girip diğer ucundan çıkan, Atlas Okyanusu’na atını sürüp, uçsuz bucaksız maviliğin ortasında atının üzerinde ellerini kaldırarak; “Allah’ım! Önüme şu uçsuz bucaksız derya çıkmasaydı adını daha ileri götürürdüm.” diyen Ukbe bin Nafi ordaydı. 
Nal sesleri, kısrak sesleri, “Haydin aslanlarım, haydin yiğitlerim!” sesleri birbirine karışıyordu.

Sanki Yamanlar’daydık, sanki FEM’in üzerindeydik.
Hocaefendi her zamanki koltuğunda oturuyordu. Başında beyaz bir takke, üzerinde koyu kahve altın sırmalı bir cübbe vardı.
Yüzünde hüzünlü bir tebessüm vardı.
Yiğit delikanlının sırtını sıvazlıyor:
“Gözüm arkada değil,” diyordu.
Edebiyat dünyasının yeni yazarlarından Musa Bey’in duygularını dile getirdiği muhteşem yazıyı, Abdullah Aslan’ın en yakın arkadaşlarından biri okudu:
“Sahabiler, ‘Ya Rasulallah! Biz senin kardeşlerin değil miyiz?’ dediler.
“O Rahmet Elçisi, geleceğin karanlığına bir ışık tuttu:
‘Sizler benim ashabımsınız. Kardeşlerim öyle bir zamanda gelecekler ki, hak ile batıl birbirine karışacak. İşte o zor vakitte, sırf Allah rızası için hizmet bayrağını dalgalandıran yiğitlere selam olsun!’
İşte bugün, o müjdenin izinde yürüyen bir yiğidi, Afrika’nın kavrulmuş topraklarına uğurluyoruz.
Onun hikayesi, ahir zaman kardeşliğinin, başkaları için yaşama sevdasının  canlı bir destanıdır.
Zulmün kara bulutları Anadolu’yu sardığında, Abdullah Aslan ve fedakâr eşi, canlarını ortaya koyarak umut dolu bir hicret yolculuğuna çıktılar. Son durakları, soğuk ama güvenli bir liman oldu:
İskandinavya. 
Henüz valizlerin kilidi açılmamış, yüreklerdeki sızı dinmemişti. Gözlerinde vatan hasreti, elleri tutunacak bir dal arıyordu, çaresizce… 
Bir öğrenci kampı için acil bir çağrı duydular: ‘Onlarca gencimizi doyuracak gönüllü aşçılar aranıyor!’ 
Geçmişte Anadolu’nun fedakâr öğretmenleri olan bu çift, yaralı yüreklerine rağmen tereddütsüz atıldılar: 
“Biz varız!”
O mutfak, onlar için sadece bir ocak değil; hicranla hizmetin kucaklaştığı kutsal bir mihrap oldu. Soğan doğrarken dökülen gözyaşları, tencere buharında kayboluyor, “Henüz kendi yaramız kanarken, sizin açlığınızı doyurmaya geldik,” diyen sessiz bir çığlığa dönüşüyordu. Bu, sığınmacılıktan “insanlık elçiliğine” uzanan ilk adımdı.
Zaman, İskandinavya’nın dingin nehirleri gibi aktı. Abdullah Aslan, bir yandan dil engelini aşarken, bir yandan bildiği en kutsal vazife olan öğretmenliğe tutunuyordu. Çalışkanlığı, azmi ve tevazusu kısa sürede fark edildi; uluslararası bir şirket ona yönetici koltuğu, yüksek maaş ve parlak bir gelecek teklif etti.
Bir yandan da eğitimle ilgili hayır organizasyonlarına gönüllü başkanlık yapıyor, gecelerini projelere adıyordu. Fakat o lüks ofisin camlarından dışarı baktığında, gördüğü şehrin düzenli sokakları değil, Afrika’nın tozlu yollarıydı. 
Sabretti… 
Sadece bir hedef için: bulunduğu ülkenin pasaportunu alana kadar. O pasaport, ona hizmet kervanının önündeki engelleri kaldıracak bir anahtar oldu! 
Nihayet pasaport eline ulaştığında derin bir nefes aldı: “Şimdi sıra emaneti sahibine teslim etmekte!” Gözünü kırpmadan istifasını gönderdi şirketine.
Ve işte o an geldi. Bir hafta sonra, Abdullah Aslan, çok değerli  eşi Elisa Hanımefendi ve çocuklarıyla birlikte, İskandinavya’nın soğuk havasını geride bırakıp, Afrika’nın sıcak kucaklaşmasına uçacak.
Havalimanı’ndaki o vedalaşma, aslında yeni bir kavuşmanın başlangıcı. O gideceği yerde, yıllar önce ilk gönüllülerin çadır kurduğu, tuğla tuğla inşa ettiği okullar, müesseseler onu bekliyor. Afrika’ya indiğinde karşılaşacağı ilk şey, tahtaya tebeşirle yazılmış o kutlu söz olacak:
“Hoş Geldin Öğretmenim!”
Onların yolculuğu, sadece bir kıta değiştirmek değil;
İskandinavya’da başlayan insanlık dersinin, Afrika’da taçlanışıdır.
Abdullah Bey ve ailesi sessiz bir çığlıkla bize şunu haykırıyorlar:
“Görün bizi! Zulümden kaçtık, İskandinavya bize sığınak oldu. Ama biz sığınmayı değil, sığınak olmayı seçtik! 
Bulunduğumuz ülkenin pasaportunu, mazlumların özgürlüğüne adadık! 
Prestijli ofisler bizi çağırdı, biz tozlu sınıfların öğretmeni olmayı seçtik! 
Unutmayın: Gerçek vatan, hizmet ettiğin yerdir. 
Gerçek pasaport, merhametle dolu bir yürektir! 
Ahir zamanın o müjdelenen kardeşleri sizlersiniz.  
Selam size,  Rasûlullah’ın (s.a.v) özlemini çektiği yiğitler!
Selam olsun hizmetin rüzgârına kendini bırakanlara!  
Selam olsun açtığı yolda binlerce gönlün yürüyeceği öncülere! 
Selam olsun Afrika’nın karanlık gecelerine yıldız olmaya gidenlere.”
Musa Bey’in yazısı  salonda  duygusal anlar yaşattı. Gözler doldu. Yürekler coştu.
En son sahneye yaşlı bir zat geldi.
Yüzü yağmur yüklü bulutlar gibiydi.
“Kutupların en parlak kandillerinden birini bugün Afrika’nın gecelerine uğurluyoruz” diye başladı konuşmasına;
“İnsanların ve insanlığın yıldızının parladığı anlar vardır.
Bazen bir karar, bazen bir an bazen bir evet, tarihin akışını değiştirir.
 Bu kardeşimizin “Siyah inciler seni çağırıyor, gider misin?” davetine “Evet” demesi hem onun yıldızını parlatıyor hem Kara Kıta’nın karanlık gecelerini aydınlatıyor.
Stefan Zweig, İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar adlı eserinde şöyle diyor;
“Çağları aşan bir kararın bir tek takvime, bir tek saate, çoğu kez de yalnızca bir tek dakikaya sıkıştırıldığı trajik ve yazgıyı belirleyici anlara, bireylerin yaşamında ve tarihin akışı içinde çok ender rastlanır. Ben böyle anları İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar diye adlandırdım. Çünkü onlar, tıpkı yıldızlar gibi, hiç değişmeden geçmişin karanlığına ışık tutmaktadırlar...” 
Abdullah Aslan kardeşimiz yeni bir çığır açıyor. 
Geride kıyamete kadar tozun toprağın, zamanın silemeyeceği derin ve nurlu bir iz bırakıyor. 
Binlerce yiğidin “Yol budur’’” diye yürüyeceği bir iz.
İskandinav semalarından Afrika gecelerine bir yıldız kayıyor.
Ve bir yıldız doğuyor Afrika Gecelerine.



  

10 Ağustos 2025 11:41
DİĞER HABERLER