Birbirimize eksik yönlerimizi söyleyebiliyor muyuz?

Samanyoluhaber.com yazarı Dr. Ali Demirel cuma yazısında okuyuculardan gelen soruları cevaplıyor
DR. ALİ DEMİREL - SAMANYOLUHABER.COM

Bir okurumuzun sorusu:

“Birbirimize hep pozitif yanlarımızı söylerken negatif yönlerimizi söylemekten kaçınıyoruz çoğu zaman. Her ne kadar iyi niyetli olsak da bu durumun yakınımızda olan insanların kusurlarını devam ettirmelerine sebep olduğunu görüyorum. Bu konuda ölçümüz ne olmalı?”M.E.

Evet, bahsini ettiğiniz mesele bizim kanayan yaralarımızda birisi malesef. Yakın arkadaş çevremize karşı tabiri caizse ikaz müessesesini yeteri kadar çalıştırmıyoruz veya çalıştıramıyoruz. Halbuki iyi bir zaman ve mekanını kollayarak sevdiğimiz insanların yanlışlarını da yüzlerine karşı tatlı ve uygun bir dille söyleyebilmeliyiz.

Mana büyükleri, konumuza ışık tutacak şöyle bir kıssa anlatırlar: Harun Reşit halife olur. Bir eski dostu ve arkadaşı olan Allah dostu Süfyan-ı Sevrî’nin de kendisine gelip biat etmesini bekler. Ama Süfyan-ı Sevri hiç de onun gibi düşünmez. 

Derken Harun Reşit artık dayanamaz ve bir mektup yazıp Süfyan-ı Sevri’ye gönderir. Mektubunda biraz da ona sitem ederek: “Herkes geldi biat etti, alacağını aldı. Halbuki benim gözlerim hep seni bekledi.” der. 

Hazret, gelen mektubu kendisi açıp okumaz. Talebelerinden birine okutur. “Bir zalimin yazdığı mektuba ben el süremem” der. Sonra da cevabı aynı kağıdın arkasına yazdırır. 

Talebesi, kullanılmış bir kağıda, halifeye gidecek mektubu yazmak uygun olmaz anlamında itirazda bulunursa da, bu büyük insan ona şu cevabı verir: “Eğer bu kağıt milletin malından alınmışsa onu geri göndermiş olacağız. Eğer kendi malından ise benim onun için harcayacak param yok.”

Sonra da talebesine şunları yazdırır: “Harun, halife oldun. Milletin parasını sağa-sola savurdun. Beni de bu işe şahit tutmak için yanına çağırıyorsun. Unutma, bir gün Rabbinin huzuruna çıkacak ve bütün bu yaptıklarından hesap vereceksin.” diye başlayarak uzun uzun ikazlarda bulunarak Harun Reşit’in yanlışlarını anlatır. 

Hadisenin gerisini, Harun Reşit’in sarayında bulunan bir şahıs bize şöyle nakleder: 

“Harun Reşit, mektubu alıp okudu. Hıçkıra hıçkıra ağladı. Her namazdan sonra bu mektubu getirtip okutuyor ve ardından da, ‘Senin gibi bir hayırhâh ve dost esas bu günlerimde benim yanımda olmalıydı. İşte o zaman inhiraftan ve kaymaktan kurtulmuş olurdum.” diyordu.

Allah’ın bir insana en büyük lütfu!

Evet, belli bir terbiye çerçevesinde birbirimizi ikaz etmeye kendimizi alıştırmalıyız. Bu ikaz etme meselesi yüz yüze yapıldığı takdirde gıyabında konuşma da kendiliğinden ortadan kalkacaktır. 

Burada üslup meselesinin önemi bir kere daha ortaya çıkıyor. Bu tür bire bir diyaloglarda, perdeyi yırtmadan, muhatabı söz ve tavırlarla rencide etmeden ve suçlayıcı ve karalayıcı bir üslup kullanmadan, yol gösterici mahiyette tamamen Allah (c.c.) rızasını gözeterek hareket etmek ciddi önem arz eder. 

Bu bir ahlâk haline getirildiğinde hem kardeşlik duygusu tecelli etmiş olacak, hem de gıybet kapısı kapanmış olacaktır.

Allah’ın, bir insana en büyük lütfu, ona kendi ayıplarını göstermesidir. Basiret sahibi insanlar, kendi kusurlarını fark etmeyi, Allah’ın, gösterdikleri kulluk performansının bir neticesi ve lütfu olarak görebilir ve kendilerini düzeltebilirler. 

Herkesin bir hayırhâh edinmesi, kusurlarını düzeltmesi için düşünülen çok tesirli çarelerden biridir. Mesela samimi olduğumuz bir arkadaşımıza “Bende gördüğün her türlü yanlış ve eksikleri yüzüme karşı söylemen için sana yetki veriyorum” diyerek bir hayırhâhlık mukavelesi imzalayabiliriz. Kişinin, hakikati hatırlatan ve devamlı hayra çağıran bir hayırhâhının olması onun istikametini korumasına yardımcı olacaktır...


TWİTTER : @aliihsandemirel

17 Mayıs 2019 12:54
DİĞER HABERLER