Bizim dünyamızdan bir kavram: Sabikun-u evvelun

Samanyoluhaber.com yazarlarından Numan Yılmaz Yiğit yeni köşe yazısını "Bizim dünyamızdan bir kavram: Sabikun-u evvelun" başlığıyla okurları için kaleme aldı.
Bize ait, bizi biz yapan Kur’an ve sünnet kaynaklı birtakım kavramlar vardır. Biz derken de ‘Bir Müslümanı’ kastediyorum. Bu kavramlar bilinmediğinde veya göz ardı edildiğinde duygu, düşünce ve davranışlarda dengeyi korumak mümkün olmaz.

Bu kavramlar birer lafızdır, fakat manalar bu lafızların içinde gizlidir. Onun için ‘Lafızlar manaların kalıplarıdır’ denilmiştir. Yani bu kaideye göre lafız bir petek ise mana onun içindeki bal, lafız bir sedef ise mana da onun içindeki incidir.

Bu kavramların hepsini burada sıralamak mümkün değildir. Fakat şunu da belirtmekte yarar vardır; kavramlar ve onun ruhu mesabesindeki manalar sadece harflerden oluşan birer kelime değil, aynı zamanda insana, topluma ve bir medeniyete hayat veren, onları diri ve canlı tutan, devamiyetini sağlayan unsurlardan biridir.

Konumuz bu değil, fakat yazıda bir kavram üzerinde durmaya çalışacağımızdan ‘Kavram’ tabirine kısaca dikkat çekmenin yararlı olacağını düşündüm.

Bir müslüman için bilmesi ve öğrenmesi, hayatına mal etmesi gereken önemli kavramlardan biri ‘Sabikun-u Evvelun’ kavramıdır. ‘Sabikun-u Evvelun’, (kendilerinden önce gelenler) demektir. Asıl manada bununla kastedilenler, Mekke’den Medine’ye hicret eden Muhacirler ve Medine’de onları karşılayan, misafir eden Ensar’dan İslam’a ilk giren Müslümanlar, sahabelerdir. Yani ilk önce müslüman olmakla şereflenmiş, dolayısıyla da iman etme noktasında kendilerinden sonra gelenlerin önüne geçmiş, hicret eden Muhacir ve onlara ev sahipliği yapan Ensar-ı kiram (ra) hazeratıdır. Bir de onlardan sonra gelen nesiller arasında oluşan ve ‘Sabikun-u Evvelun’u temsil edenler vardır. Allah onlara bir değer atfetmektedir.

Kur’an onlardan bahsettiği ayette “İslâm'da birinci dereceyi kazanan Muhacirler ve Ensar ile onlara güzelce tâbi olanlar yok mu? Allah onlardan razı, onlar da Allah'tan râzı oldular. Allah onlara içlerinden ırmaklar akan cennetler hazırladı. Onlar oralara devamlı kalmak üzere gireceklerdir. İşte en büyük mutluluk, en büyük başarı!” (Tevbe Suresi, 100) denilmektedir. Allah, tüm Müslümanlar nezdinde ‘ilk önce iman edenlere’ yüksek bir paye vererek, daha dünyada iken onlardan razı olduğunu bildirmekte, bu performansları ile de ebedi cenneti peylediklerini müjdelemektedir. Sadece onları değil, onları örnek alarak iyilik, hayır ve salih ameller peşinde koşturan - bir rivayete göre - tabiinin de aynı mükafatlara nail olacağı belirtilmektedir.

‘Sabikun-u evvelun’ü bu derece faziletli kılan hususlar nelerdir, denilecek olursa; tabii ki bunların başında en zor zamanda iman etmeleri, en sıkıntılı dönemde Allah Resûlü’ne (sav) sahip çıkmaları gelmektedir. Bunun yanında pek çoğu itibariyle eş ve çoluk çocuğunu, eşini hatta mallarını geride bırakarak hicret etmeleri, İslam yolunda eziyet ve işkencelere katlanarak imandan dönmemeleri, gittikleri yerde (Medine) kendilerine Ensar’ın kucak açması, her şeylerini Muhacir kardeşleriyle paylaşmaları, sonra da Allah Resûlü (sav) ile beraber İslam yolunda mücadele etmeleri, pek çok imtihan unsuruna rağmen hayatları boyunca istikametlerini koruyarak yaşamalarıdır. Bunlar kolay şeyler değildir.

Allah, onların faziletini kıyamete kadar yaşatmak için, diğer müminlerin onlar hakkında yaptıkları duayı Kur’an’da zikrederek hem onları takdir eder, hem de diğer müminlerin, bu güzel davranışı örnek almalarını salıklar. Ayette, “Onlardan sonra gelenler (başta Muhacirler olarak, kıyamete kadar gelecek müminler): “Ey kerim Rabbimiz, derler, bizi ve bizden önceki mümin kardeşlerimizi affeyle! İçimizde müminlere karşı hiçbir kin bırakma! Duamızı kabul buyur ya Rabbenâ, çünkü Sen raufsun, rahîmsin!” (şefkat ve ihsanın son derece fazladır.) (Haşr Suresi, 10) buyrulmaktadır. Öncelikle bu ayette Allah (cc) Ensar ve Muhacirlerden sonra Medine’ye yerleşmiş, onları örnek alarak yollarını takip eden başta ‘Tabiin’ olmak üzere kıyamete kadar gelecek olan müminlerin, yaptıkları/yapacakları bu duadan övgü ile bahsetmektedir. İkinci olarak; onların ‘İçimizde onlara karşı bir (ğıl) kin, nefret bırakma’ dediklerini müminlere naklederek onların yaptığı bu duayı takdir etmektedir. Hiç kuşkusuz duanın içinde bu (Ğıl, kin) meselesinin zikredilmesi de oldukça önemli ve manidardır. Ğıl-kin, bir his, bir duygudur. İnsanın iç dünyasına ait bir husustur. Malumdur ki insanın his dünyası, hakim olmakta zorlandığı bir alandır. Onun içindir ki salt duygu, düşüncelerinden söze, yazıya ve fiile dökülmedikçe insan hislerinden sorumlu değildir. Kur’an, müminlerin ‘sabikun-u evvelun’e karşı iç dünyalarında bile olumsuz bir duygu taşımamalarını takdir ederek, derin bir mana ile de, diğer müminlere, bunun aksine bir davranışa girmemelerini tavsiye etmektedir. Kur’an bunun ile ‘Sabikun-u Evvelun’e karşı içte böyle bir duygu beslemek hoş değilse - ki değildir - bu fiilin daha ileri seviyesi olan, onların aleyhinde konuşmayı, birtakım yazılar yazmayı, bir kısım icraatlar yapmayı evleviyetle hoş görmeyeceği mesajını da vermiş olmaktadır. Çünkü bu fiiller o hislerden daha öte bir günahtır.

Meselâ, bir defasında Hz. Halid, Hz. Ammar b. Yâsir’i incitince, Allah Resûlü (sav), Hz. Halid’i ciddî azarladı. (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/89-90) Hz. Halid, sâbikûn-u evvelûndan bir başkasıyla arasında benzer bir hâdise vuku bulduğunda da yine aynı muameleye maruz kaldı ve: “Benim ashabıma ilişmeyiniz!” sözünü işitti. (Müslim, fedailü’s-sahabe 222) Bir başka defasında, Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir’i incitince, bu defa Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hz. Ömer’e kaşlarını çatarak: “Hepiniz beni inkâr ettiğiniz zaman o beni tasdik etti. Ashabımı bana bırakmalı değil miydiniz?” ikazında bulundu. (Buhârî, tefsir, 7 3.)

Kur’an’ın ‘Sabikun-u Evvelun’ diyerek asıl manada kastettiği, övdüğü, nazara verdiği, saygı-sevgi gösterilmesini istediği nesil sadece Muhacir, Ensar’dan oluşan sahabe nesli değildir. Kur’an evrensel olduğuna göre bu meseleyi nazara vermesi aslında tüm Müslümanlar için bir talim ve terbiyedir. Bu ayetin verdiği derse göre her bir mümin başta sahabeye, yine, ayetin ‘İyilik, ihsanla Ensar ve Muhacirlere tabi olan’ buyurarak işaret ettiği ‘Tabiine’ saygı duyması gerektiği gibi kendinden önce gelip geçmiş tüm müminlere karşı da aynı duygu, düşünce içinde saygı-sevgi duyması gerekmektedir.

Zira Efendimiz (sav): "İnsanların en hayırlıları benim asrımda yaşayanlardır. Sonra bunları takip edenlerdir, sonra da bunları takip edenlerdir." (Buharî, Şehâdât 9) buyurmak suretiyle genel manada sahabeyi, tabiini ve tebe-i tabiini (ra) övmüş, dine yapacakları hizmetlerin hem isabetli hem de makbul olacağına işaret etmişlerdir.

Bir başka hadislerinde de birtakım problemlerle karşılaşıldığı zaman ‘…dolayısıyla benim sünnetime; Hulefa-i Raşidin doğru yolu bulan, hidayete erdirilmiş halifelerin (Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali (ra) sünnetine sarılın. Bunlara azı dişlerinizle (yapışır gibi sımsıkı) yapışın.’ (Tirmizi, İlim, 16) buyurarak sadece sevgi, saygı değil onların yoluna tâbi olmayı emretmiştir. Bu emsal hadisler Hadis kitaplarında ‘Fedailü’s Sahabe, Sahabinin faziletleri’ başlıkları altında oldukça yoğun bir şekilde ele alınarak nakledilmiştir.

Bütün bu ayet ve hadislerin açık ve net olarak müminlere verdiği ders: Sonradan gelen her bir neslin bin bir çile ve sıkıntı içinde iman etmiş, İslam emanetini sırtlanmış ve bir sonraki nesle taşımış, hamele-i din erbabına karşı bir vefa göstergesi olarak saygı duymak, onlar için dua etmek, onlar hakkında kötü düşünmemek, düşüncenin ötesinde kötü söz, yazı ve fiilde bulunmamak, onları hep hayırla yâd etmek şeklindedir. Müminlerin bu ahlakla ahlaklanmalarını istemesidir.

Tüm mümin ve Müslümanlara, Ayette (Haşr Suresi, 10) hikâye edilen bu olay, yani o günkü müminlerin ‘Sabıkun-u Evvelun’ için dua ve istiğfarda bulunmalarını anlatması, hiç kuşkusuz kıyamete kadar gelecek diğer Müslümanlara, kendilerine göre ‘sabikun-u evvelun’ olanlara karşı onların da aynı şekilde davranmalarına dair bir ahlak öğretisidir. Dolayısıyla bu ayette kıyamete kadar gelecek olan her bir mümin nesil, kendinden önce gelerek iman turnikesine girmiş, İslamiyet yükünü yüklenmiş, o yolda çile, ızdırap çekmiş, sonraki nesillere bu mübarek, mukaddes emaneti taşımış olan diğer müminlere karşı aynı şekilde hareket etmelerine dair bir tavsiye, işaret, ders vardır.

Bu açıdan bakıldığında her dönem bir dönem sonrasının ‘sabikun-u evvelunu’dur. Her dönemin ilkleri de bir sonraki neslin ‘sabıkun-u evvelun’u olarak kabul edilir. Onun için İslam geleneğinde geçmişte dine hizmet etmiş kim varsa onlar hakkında ‘Selef-i Salihin, Geçmişteki salih kişiler’ tabiri kullanılır. Hem de oldukça yaygın bir şekilde. Sahabe döneminden sonra bilhassa dine hizmet etmiş âlim, salih, âbid, zâhid kişiler için bu tabir onları hayırla yâd etmenin bir unvanı olarak yaygın bir şekilde kullanılagelmiştir.

Dolayısıyla, bizler için de, bu zemini hazırlayan uzak-yakın geçmişteki tüm müminler, özellikle dine ilim, irfan ve irşat yoluyla hizmet etmiş âlim, hoca, mürşid ve rehber kim varsa onlar ‘Sabıkun-u Evvelun’ olarak değerlendirilmelidir. Aynı şekilde şahs-ı manevî içinde dine hizmet eden salahatı açık olan âlim, mürşid, rehber ve hizmet insanlarından ilkler de, asıl ‘sabıkun-u evvelun’ olan Ensar ve Muhacirlerin her asırdaki izdüşümü, temsilcileri sayılırlar. Onun içindir ki sonradan gelen her bir nesil kendisine zemin hazırlayan bir önceki nesli dualarında hep hayır ve istiğfarla yâd etmeli, varsa da hata, kusurları, onlara karşı içlerinde bir kin, nefret taşımamalıdırlar.

‘Sabikun-u Evvelun’e hürmet sadece vefat edenlerle sınırlı değildir. Şayet açıktan günah işlediklerine, Allah’ın emirlerini çiğnediklerine dair açık bir delil, bir emare yoksa, hayatta olanlara da sevgi, saygı göstermek, Kur’anî, imanî, ahlaki önemli bir vazifedir.

Tabii ki onların da hataları olabilir. Bu hatalarda herhangi bir kasıt, farklı bir niyet olup olmadığı, içtihat hatası gibi hususları mutlaka nazara almak lazımdır. Efendimiz (as)’ın gizli olarak yürüttüğü Mekke fethi hazırlıklarını bir ulak ile Mekkelilere ulaştırmak isteyen Hâtıb’ın öldürülmesini isteyen Hz. Ömer’e, onun Bedir’de bulunduğunu, Allah Teâlâ’nın Bedir’e katılan müminlerin gayretlerini överek onlara, “Ey Bedir ehli! Bundan böyle ne işlerseniz işleyin, ben sizleri bağışlayacağım” dediğini hatırlattı. (Buhârî, “Cihâd”, 141). Uhud Savaşında Okçular Tepesi (Cebelü’r-Rumât)’da kat’i emire rağmen mevziini terk eden sahabe-i kirama, olay yaşanırken sadece “Allah’ım, kavmimi bağışla, onlar bilmiyorlar” buyurduğu rivayet edilir. (İbn Hişâm, Sîre, c. 3, s. 105). Şu ayet Uhud savaşından sonra indirilmiştir. “Allah’tan bir rahmet eseri olarak sen onlara yumuşak davrandın. Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Onları affet, onlar için Allah’tan bağışlama dile, iş konusunda onlara da danış. Bir kere azmettin mi artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (Âl-i İmrân Sûresi, 159) Evet, stratejik zamanlarda Allah Resûlü, Allah (cc)’nün de takdiri ile ilklere karşı cezalandırmayı değil, af yolunu tercih etmiştir.

Netice olarak, Allah (cc) ‘Sabikun-u Evvelun’u ve onlar için dua, istiğfar eden, içlerinde onlara karşı herhangi bir olumsuzluk taşımayan müminleri övmüş, Ensar ve Muhacirler başta olmak üzere tüm ‘sabikkun-u evvelun’a karşı sevgi, saygı gösterilmesini tavsiye etmiştir. Bu, Kur’an’ın müminlere, kendilerinden önce gelen Müslümanlara karşı nasıl davranmaları gerektiğine dair öğrettiği mühim bir ahlaki davranıştır.
29 Eylül 2025 10:12
DİĞER HABERLER