New York'luların nefes alabildikleri tek mekâna, Central Park'a gidiyoruz. Bisikletle turist gezdiren gençler etrafınızı sarıyor. Çoğu Türkiyeli...
Gezdikçe, farklı ülkelerin, farklı kentlerin havasını soludukça, farklı uygarlıklar, insanlar tanıdıkça, onların kültürlerini, ananelerini anlamaya çalıştıkça, hayatlarına dokundukça, insan her birinde kendine dair parçalar buluyor. Diğerini tanıdıkça kendi ayırdına varmaya, kendini tanımaya başlıyor. Gezmek ötekini tanıyan insanın onunla kurduğu bağ ile, ırk, dil, din, renk, cinsiyet, siyasi görüş ve milliyet ayrımı yapmadan, sadece "insan" gözüyle bakabilmeyi sağlıyor.
DUR! BİR NEFES AL...
New York'un olmazsa olmazı, kendi deyimleriyle nefes alabildikleri mekâna, Central Park'a gidiyoruz. Göğe ulaşma cihetinde bina yığınlarının içinde yeşil bir seccade gibi parlıyor, "dur bir nefes al" diyor adeta. Öyle bir günde gezilebilecek gibi de değil, oldukça geniş bir arazi. Parkın girişinde bisikletin arkasına taktıkları aparatla turist gezdirenler etrafınızı sarıyor. Ellerindeki katalogla parkı tanıtıp, gezdirecekleri ve resim çekmek için duracakları alanları gösteriyorlar. İşte burada hiç zorlanmıyorsunuz. Bu bisikletli faytoncuların çoğu Türkiyeli...
Sıkı bir pazarlıkla iyi bir indirim alıyoruz. Yolculuğa başladığımız andan itibaren diken üzerinde oturuyorum. Bisikleti ilerletmek için pedal çeviren memleketlim içimi acıtıyor. Özellikle yokuş yukarı sürdüğünde inip arkadan itmek istiyorum. Birkaç kez yokuşlarda inmeye kalkıyorum ama "bu benim işim, lütfen rahat edin" diyor.
Manhattan'daki organik pazarı inceliyorum. Michael Obama'nın da Beyaz Saray'ın bahçesine marul ekerek, talk showlarda şınav çekerek bizzat katkıda bulunduğu yönetim, halkı obeziteden kurtarmak için harıl harıl çalışıyor. Ama nafile. Minibüslerde satılan dürümler kapış kapış, bu tezgâhlar sinek avlıyor. Gökdelenler dolusu insan bu arabalarda satılan yiyeceklerle besleniyor. Ayaküstü atıştırılan öğünler, ayaküstü geçiştirilen hayatlar... Yalnız bir tezgâh var ki önünde baya bir kuyruk görüyoruz. Mamuller şekil olarak aynı görünüyor, farkı nedir diye sorduğumuzda bu standın Amishlere ait olduğunu öğreniyoruz.
Burada yaşayan Hıristiyanlığın bir tarikatı olan Amishler dinlerine son derece bağlı, devlet onlardan vergi dahi almıyor. Tarım ve marangozculuk geçim kaynakları. Evli erkeklerin bıyıksız sakal bıraktığı, kadınların başörtüsü taktığı Amishleri kalabalık içinde ayırt etmek hiç de zor değil. Teknolojinin tüm nimetlerini ve modern devletin kurumlarını reddediyorlar. Devasa çiftlik evlerinde ne klima var, ne de telefon. Çünkü Amishler elektrik kullanmıyor, devlet hizmetinde çalışmayı reddediyor, oy kullanmıyor, askerlik yapmıyor, çocuklarını okula göndermiyor hatta ve hatta vergi dahi vermiyor.
1972 yılında ABD yüksek mahkemesine bu konuda açılan dava sonucunda, Amishlerin dinlerini özgürce yaşama hakları bulunduğuna karar verilmiş. Emperyalist ama içine girdiğinde yumuşacık bir kalbi var Amerika'nın. Yeter ki politikalarımıza karşı çıkmasın diye halkına bol kepçe özgürlük saçıyor.
Kanter içinde pedal çevirirken bir yandan da parkın tarihi ve doğal özellikleri hakkında bilgi veriyor. Yaptığı zor işi görünce siyasi suçlu musun, buraya mı sığındın, Kanada'ya ulaşıp okyanusu yüzerek geçip mi Amerika'ya vardın diyesim geliyor ama alakası yok. Arkadaş Boğaziçi mezunuymuş, yüksek lisans için gelmiş ve okumak için çalışıyormuş. Densizliğim yine hortluyor: "Türkiye'de olsa bu işi yap deseler, dalardın adama değil mi?" diyorum. Alın bir sosyolojik çıkarım daha: Zeitgeist (zamanın ruhu) bu, insan fikriyatı içinde bulunduğu duruma paralel hareket ediyor.
Buraya gelen Türkiyeliler iyi gelir getiren bu işi zor da olsa tercih ediyor. Bisikletle turist gezdirmek günde 400 dolar civarı gelir demek. Para tatlı olunca, iş de insanın gözüne hoş görünüyor. Bisiklet sürmeyi ben de çok severim aslında, ne yapsak ki diye hesap kitap dahi yapıyorum. Ülkenin en cezbedici yönü bu: Lisansüstü eğitim veya dil öğrenmek için gelen üstüne para bile kazanabiliyor.
Central Park'ta en gözde yer şüphesiz âşıklar çeşmesi. Amerikan filmlerinin çoğu burada çekiliyor. Hani şu gökdelenlerin çevresinde dönen aksiyon veya romantik komedi tadında filmlerde tanışma, dinlenme, filmin temposunu düşürme mekânı olarak kullanılan alan. Turistler burada bulunan gölde kano ile geziyor. Herkes bir köşe başı tutmuş objektiflere gülücük saçıyor.
Bir başka noktada New York'ta yaşadığı apartmanın önünde fanatik hayranı tarafından uğradığı silahlı saldırı sonucu yaşamını yitiren Beatles grubunun üyesi John Lennon'un hatırası için tahsis edilmiş. Her daim taze çiçekler ve oyuncaklarla süsleniyor. Ölüm yıl dönümlerinde sevenleri mumlar yakarak, şarkılar söyleyerek anıyorlar. Annelerinin ölüsünü bırakın, dirisini dahi görmeyen bu kültürün çocuklarının tanımadığı ünlülere olan göbek bağını havsalam almıyor.
Bu alandan görünen binalar Amerika'nın elitlerinin ikametleri. Yüksek binaların en üst katındaki teraslı daireyi gösteriyor rehberimiz. "Marilyn Monroe burada otururdu" diyor. Çaprazı ama epey uzağındaki başka bir bina da Kennedy'nin dairesi... Söylentilere göre balkondan balkona bakışırlarmış o dönem. Buradaki 15'er katlı binaların hemen hemen hepsinin bir hikâyesi var. Rehber arkadaş oynadıkları film veya söyledikleri şarkıdan giriyor ve o, işte o, burada oturuyor diyor.
134 ayrı ülkeden insan yaşıyor ABD'de. 50 milyonluk nüfusla İngilizler başı çekiyor. ABD'deki yer isimleri de mozaiğin yansıması. Başta İngiltere olmak üzere Avrupa'daki yer isimlerine Amerika'nın her köşesinde rastlayabilirsiniz. Hatta Ortadoğu bölgelerinin kimi yer adları da temsil ediliyor. Mesela Filistin'de bulunan tarihi Bedlehem ismi aynen Philadelphia'da da var.
Kaldığımız evdeki arkadaşlar yemek için İstanbul Cafe'yi önerdi. Helal diye. Orada yersek biz onlara değil ama onlar bize sorar nasıl ödüyorsunuz bu hesabı; helal mi diye! Türkiye'den gelen ekipler mutlaka burada çekim yaparlarmış. Ben de geliyorum, masaya oturuyorum, menü ve fiyatlar... Birden bir tokluk hissi, yer yer tıkanma, ani iştah kaybı ve olay mahallini terk ediyorum. Yanımıza aldığımız krem peynirli ekmek ve elmaya talim ediyoruz. Maksat karnı doyurmak, doyduk çok şükür elhamdülillah.
Amacınız New York'u iliklerine kadar gezmekse şayet, şehri binalar esir aldığından mütevellit gezinizin büyük kısmı müzelerde geçecek demektir. Bunlardan gitmeniz en kuvvetle muhtemel olanı New York Public Library... Büyük kısmı kütüphane olan binanın bir bölümü müze olarak kullanıyor. Tarihi ne ola ki, Amerika'nın! Kızılderililer üzerinden kültür oluşturmaya çalışıyorlar. Katlettikleri toprak sahiplerinin neyi var neyi yok sergileniyor.
Meşhur kıyametin kopma, New York'un dev dalgalar altında kaldığı sahnenin merkezindeki kütüphane Wall Street'in göbeğinde yer alıyor. Gökdelenlerin arasında bücür bir çocuk gibi ama nedense gökdelenlerin yarısı sular altında kalırken halk oraya sığınıyor! Bizim filmlerde mantık hatası avcılığına soyunanlar buraya da bir el atıverin lütfen.
Wall Street'i İşgal Et eylemlerine kendi çapımda destek veriyorum. Buram buram taze kaynağından kapitalizm tütsüsü her yeri sarmakta... Bizdekinin neredeyse yarı fiyatına fotoğraf makineleri, cep telefonları, markalı her nevi giyim ve aksesuar eşyası başımı döndürüyor. Gelirken benim gibi yapın, yanınıza fazla para almayın diyorum ve yine benim gibi yapmayın kredi kartınızı da evde bırakın diye ekleme yapıyorum. Son dönem New York turunun vazgeçilmezi ikiz kuleler, bu da neyin nesi dedirtiyor. Varlığında ihtişam sembolü 110 katlı bu binalar yıkıldığında kiliseler dolup taşmış, herkes evine Amerika bayrağı asmış ama öyle abartılı bir telaş da olmamış. Düzlenmiş çakıl yığını arazinin neyine bakmaya geliyoruz anlamıyorum.
Yeni Şafak