Boşuna uğraşmayın sindiremezsiniz!

Hafta içinde üç önemli gelişme: 1- Star Gazetesi Ankara temsilcisi Şamil Tayyar'a Ergenekon kitabından dolayı hapis cezası verildi. 2- Taraf Gazetesi'nde yaptığı haberlerle basın tarihimizde kendine yer bulan Mehmet Baransu, tutuklanma talebiyle adliyeye sevk edildi. 3- Hemen her siyasî konuda tartışmanın tam merkezinde ismi geçen Sincan Hâkimi Osman Kaçmaz'a bir yazısında 'işgüzar' dediği için Sabah yazarı Nazlı Ilıcak hakkında 2 yıl 4 ay hapis cezası istendi. Neler oluyor? Neden oluyor? Niçin gazetecileri sindirme adına yargının bir bölümü adeta savaş ilan ediyor? Adalet Bakanlığı, medya ile ilgili 3 bin civarında dava açılmasının makul bir izahını bulmak zorunda. Maalesef şu anki görüntü göstere göstere yapılan zincirleme bir trafik kazasına benziyor. Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek, geçenlerde Bakanlar Kurulu toplantısından sonra cezaların artırılacağını müjdeliyordu(!) Bu hafta yaşananlardan sonra başını yastığa gönül huzuru içinde koyabildi mi, bilemem; ancak bu süreç bir an önce demokratik bir eksene oturtulmazsa ülkemizde basın özgürlüğünün nasıl yerle bir edildiğini yeryüzünde duymayan kalmayacak. Çetelerin yazılmadığı bir ülkede demokrasi mesafe alabilir mi? Asla! BAĞLAYIN BÜTÜN GAZETELERİ ANADOLU AJANSI'NA! Gazeteciler üzerinde Demokles kılıcı gibi duran bazı kavramlara sığınıyor ceza verenler. Mesela 'soruşturmanın gizliliği' diye sık sık söylenen ve cezalara sebep olarak gösterilen kavram, bu ülkede yanlış yorumlanıyor. Bir kere şunu bilmek lazım ki; en uyduruk konularda bile 'gizlilik kararı' alınabiliyor. Konuşulanlara bakılınca sanırsınız, medya asla gizli belge yayınlayamaz. Yok böyle bir şey! Medyanın asıl işi kamu yararına olacak gizli belgelere ulaşmaktır hatta. Açık bilgiyi hukukî bir çerçeveymiş gibi takdim etmek, bunun dışına çıkılamayacağını söylemek, herkesi devlet ajansı haline getirmek demektir. O zaman bize 'Bağlayın bütün gazeteleri Anadolu Ajansı'na' demek düşer. Kaldı ki dünya gazetecilik tarihinin dönüm noktaları, gizli belgelerin yayınlanmasına dayanır. Dünya basın tarihinin en çarpıcı davası hiç şüphesiz 'Pentagon Papers' diye bilinen Amerikan ordusuna ait gizli dokümanın neşredilmesidir. Bu belgeler için Amerika Savunma Bakanlığı, Vietnam Savaşı sırasında askerî sırların deşifre edildiği iddiasıyla yayın yasağı koydurmaya kalkışmıştı. New York Times'ın mahkemeye verilmesi üzerine pek çok Amerikan gazetesi 'ulusal güvenlik' gerekçesiyle sansürlenmek istenen bu belgeleri yayınladı. Mahkeme, kamu yararına olan bu bilgilerin neşredilmesini 'basın özgürlüğü' kapsamında değerlendirdi ve askerlerin 'ulusal güvenlik' bahanesini geçerli bulmadı. Bütün bunlar 1971'de yaşandı. Bugün Türkiye Cumhuriyeti hukuk sistemi de bazı medya yöneticilerinin zihniyeti de kırk yıl geride kalmıştır maalesef. 'AKP'yi ve Gülen'i bitirme planı' çıkıyor ortaya ve bir cunta faaliyeti suçüstü yakalanmış oluyor; bazı yetkililer 'Aman yazmayın, soruşturmanın gizliliğini ihlal etmiş olursunuz' diyor. Bu planı hazırlayanlardan hesap sormak varken basını sanık sandalyesine oturtmak yanlış. 'Kafes Eylem Planı' çıkıyor, hesap vermesi gerekenler (başta Genelkurmay Başkanlığı olmak üzere) aynı mazerete sığınıyor. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'a suikast tertiplenmesinden somut veriler üzerinde şüphe duyuluyor, aynı nakaratın arkasına gizleniyor birileri. Neymiş; soruşturmanın gizliliği esasmış. Böyle çağdışı bir uygulama hangi demokraside olabilir! HÜKÜMETİN BU OYUNU BOZMASI GEREKİYOR... Daha geçen ay Almanya'da genelkurmay başkanı, ilgili bakanlar ve müsteşar istifa etmek zorunda kaldı. Niçin? Afganistan'da çok sayıda sivil Afganlının hayatını kaybettiği operasyon ile ilgili gizli bir belge bir gazetede manşet olduğu için. Hiç kimse kalkıp da 'soruşturmanın gizliliğini ihlal'den bahsetmedi Almanya'da. Diyelim ki Almanya genelkurmay başkanı, 'soruşturmanın gizliliği esası'nı bilmiyordu; 'masumiyet karinesi' deyip skandalı ötelemeyi de mi beceremiyordu? Bir teğmen, gencecik bir çocuğun eline pimi çekilmiş bir el bombası tutuşturuyor ve güya askere disiplin cezası veriyor. O bomba patlıyor ve 4 askerimiz şehit oluyor. Askerî makamlar olayı kamuoyuna duyurmayarak büyük bir suç işliyor. Bütün medya '4 erimiz şehit edildi' diye haber yapıyor. Ta ki Taraf Gazetesi, olayın aslını yazacağı ana kadar. Bu mudur gizlilik prensibi? Ya Aktütün Karakolu'na yapılan saldırıda gizlenen bilgiler? Ya Dağlıca Karakolu'na yapılan saldırıda yapılan korkunç ihmal? Ya 33 erin savunmasız bir şekilde sevk edilirken gaddarca şehit edilmelerine sebep olan korkunç gaflet? Ya Reşadiye saldırısında 7 yavrumuzun şahadeti ve katillerin adeta yer yarılıp yerin dibine girmişçesine gözden kaybolması? Bunları konuşmayacak mı medya? Ardını arkasını araştırmayacak mı? Ergenekon davası da öyle. Ortada somut delilleri olan büyük bir örgütle karşı karşıyayız. Binlerce sayfalık iddianame, alınan ifadeler, yakalanan silahlar, bombalar, krokiler, suikast planları vs. ortada derin bir çete olduğunu gözler önüne seriyor. Bu nasıl bir adalet sistemi? Ergenekon davasını yürüten hâkim ve savcıları sindirmek için alavere dalavere çevirenler, Ergenekon örgütü ile ilgili haber yapan ve yazı yazan gazetecilere de tuzak kuruyor. Hükümetin bu oyunu bozması, adalete cidden inanan yargı mensuplarının bu komployu dağıtması gerekiyor. Aksi takdirde ne basın özgürlüğünden söz edilebilir bu ülkede ne de demokratikleşmeden... Bir iletişim kazası daha Artık yazmayacağım desem de Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un yaşadığı iletişim kazalarını yazmaktan kendimi alamıyorum. Çünkü Genelkurmay'ın halkla ilişkilerini yönetenler korkunç hatalar yapmaktan vazgeçmiyor bir türlü. Sebep oldukları iletişim kazaları nedeniyle sadece Başbuğ'a değil, TSK'nın özgün ve saygın yapısına da zarar veriyorlar. Daha önce LAW silahlarıyla basın toplantısı yaptıran, savaş gemisinden iç kamuoyuna mesaj verdiren, bir toplantı sırasında üst rütbeli subayları dekor gibi arkaya dizdiren Genelkurmay iletişim uzmanları, geçen hafta da tarihe kaydedilecek bir yanlışa imza attı. Cuma günü, İsmet Paşa'nın 36. ölüm yıldönümü için bir program düzenlendi. Davet sahibi, Genelkurmay Başkanı. Çok sayıda medya mensubu oraya davet edildi. Oysa aynı saatte Çankaya'da çok önceden belirlenmiş bir toplantı daha vardı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün ev sahipliğini yaptığı TÜBİTAK ödül töreniyle aynı saatte toplantı yapmak kimin aklına gelir? Cumhurbaşkanı, 'başkomutan' sıfatıyla devleti temsil ederken aynı saatte aynı kişiler Genelkurmay Başkanı tarafından davet edilir mi hiç? Kaldı ki o toplantıya gazeteciler 'Arınç'a suikast girişimiyle ilgili çok önemli bir şey denecek' düşüncesiyle iştirak etmişti. O toplantıdan geriye ne kaldı peki? Başbuğ'a ait şu cümle: "Bazı suallere cevap verememiş olabiliriz." Cumartesi günkü gazetelerin tamamında bu başlık vardı. İşte iletişim kazası dediğimiz şey bu. Yanlış zamanlama, yanlış mesaj. İkna etme sorunu da buradan kaynaklanıyor aslında... Nice yıllara Hasan ağabey Hasan Cemal, meslekteki kırkıncı yılını kutluyor. Bununla ilgili geçenlerde mütevazı bir program da yapıldı. Davetli olduğum halde katılamadım. Tam Başbakan'la Amerika-Meksika gezisinden döndüğümüz güne denk geldi. Orada olmayı, sadece basın tarihinde değil, demokratikleşme sürecimizde de ayrı bir yeri olan Cemal'i kutlamak, sevincine ortak olmak isterdim. Üzüldüm. Neyse ki o hüznü telafi etme fırsatı varmış. Birkaç gün önce elime 'Kırk Yıllık Gazeteci Hasan Cemal' adıyla kitaplaştırılmış bir eser geçti. Yeni basılmış. Yayın koordinatörlüğünü reklam dünyasının yakından tanıdığı ve takdir ettiği Ayşe Sözeri Cemal yapmış. Ellerine sağlık, güzel bir eser çıkarmışlar ortaya. İçinde okuru sıkmayacak lezzette kronolojik bilgiler var. Ayrıca Hasan Cemal'i yakından tanıyanlar, ona dair hatıralarını kaleme almış. Kitap, tam bir vefa örneği. Üstelik aydınlatıcı. Yüreğiyle yaşayan bir aydının dürüstlükle ve samimiyetle tecrübe ettiği bütün evrimleri dile getiriyor kitap. Orada görüyorsunuz ki demokrat olmak kadar demokrat kalmak da çok önemli. Hakkında yazılanları ve hayatı boyunca verdiği mücadeleyi okuyunca Hasan Cemal'in özgürlükçü sesinin neden bu kadar büyük bir dalgalanma meydana getirdiğini anlıyorsunuz. Önyargılar ve şartlandırmalarla yüzleşen bir insan var karşınızda. Aynaya bakma cesaretini hiç yitirmemiş bir adamın sesi tabii ki yankılanacak ve vicdanlarda derin izler bırakacak. Nice yıllara Hasan Ağabey. Yeni bir köşe yazarı (!) HSYK üyesi Ali Suat Ertosun, anladığım kadarıyla işini gücünü bırakmış her gün Zaman'a yazı gönderiyor. Tekzip desem tekzip değil, tavzih desem tavzih değil. İsminin zikredilmediği haberlere, yazılara bile cevap yetiştiriyor Ali Bey. Yorum sayfalarına açıklama gönderiyor, haber sayfalarını yüksek fikirlerinden mahrum(!) etmiyor. Komik olan şu; bazen kendisiyle alakası olmayan yazılara 'beni kastettiniz galiba' diyerek heyecanlı metinler yazıyor. Bazen de suçlayıcı özelliği olmayan yazılara cevap vermeye kalkıyor. Üslubu da bozuk üstelik. Galiba Ali Bey'in boş zamanı çok. En iyisi HSYK'yı bırakıp köşe yazarlığına başlasın. Kurucu üyesi olduğu örgütün yönetim kuruluna seçilemeyen dostunu da sütun komşusu yaparsa tadına doyum olmaz. Belki diğer bir 'dost'u da Kent Otel'den makale gönderir sürekli...
28 Aralık 2009 07:41
DİĞER HABERLER