Bozkurt ve Rabia Sentezi

Samanyoluhaber.com yazarı M. Ertuğrul İncekul'un yazısı

M.ERTUĞRUL İNCEKUL

Türkiye’nin milliyetçi-muhafazakâr geleneğinde Türkçülük ve İslamcılık tartışmalarının izini sürmenin günümüz Türkiye'sinde yaşananlara mercek tutacağını düşünüyorum. Yazının sınırlarını daha çok siyasi gelişmelere ışık tutması açısından belirlemeye çalıştım. Sivil ve dini hareketlerin bu senteze katkılarını farklı mercekle ve yazılarla incelemek gerekiyor. 

Türk-İslam sentezinin yakın tarihi

Arife Köse'nin Türk İslam Sentezi makalesinden bazı alıntılarla yakın tarihe kısa bir yolculuk yapalım. Türk milliyetçiliğinin kurucu isimleri sayılan Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Ali Kemal, Cemaleddin Efgani, Hüseyin Cahit Yalçın, Ahmet Ağaoğlu gibi birçok isim Türkçülük ile İslamcılığın birbiriyle nasıl uyumlu olduğunu göstermeye çalışmıştır. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de 1940’lı yılların sonu ve 1950’li yıllar Soğuk Savaş rüzgârlarıyla Komünizm etkisini gösterir. Türkiye’de milliyetçi muhafazakâr ideolojinin ortaya çıkışı böyle bir döneme denk gelir. Bir anlamda, “devleti kutsal sayan Türk töresi ile devlet yöneticisine itaati emreden dini hükümler arasında köprüler kurulmaya başlanmıştır.” Bu geçiş döneminin önemli isimleri olarak Necip Fazıl Kısakürek, Mümtaz Turhan, NurettinTopçu, Osman Turan ,Osman Serdengeçti ve Ali Fuat Başgil sayılabilir. Ziya Gökalp'in meşhur sözüdür, “Millet mefküresi Türklükse, ümmet düşüncesi İslamlıktır."

Bu dönemde milliyetçi-muhafazakâr çizginin gelişmesine paralel olarak bu yöndeki örgütlerin ve yayınların sayısı da artar. Türk Ocakları 1949 yılında yeniden açılır. Hamdullah Suphi Tanrıöver açılışta “Din, milletlerin en eski ve en dayanıklı müessesesidir” der. Peyami Safa, 1953 yılında Türk Düşüncesi dergisini yayınlamaya başlar. 1950’li yıllarda Nihad Sami Banarlı, Ekrem Hakkı Ayverdi, Samiha Ayverdi gibi isimler İstanbul ve Yahya Kemal Enstitüleri’ni kurar. Cumhuriyetçi ya da gelenekçi muhafazakâr akım olarak adlandırılan bir başka milliyetçi-muhafazakâr çizgi ise Anadolucular olarak adlandırılan gelenek etrafında ortaya çıkar. Millî tarihin başlangıcını 1071 olarak kabul eden Anadolucu düşünüşe göre, Anadolu toprakları bin yıllık tarihsel süreçte “coğrafyadan vatana” dönüşmüş ve bu vatan üzerinde Türk ve İslam birleşiminin oluşturduğu bir millî kültür oluşmuştur. Böylece din-devlet-millet etrafındaki bu kaynaşma resmî ideoloji ile de giderek yakınlaşarak 1960’lar ve 1970’ler boyunca devam eder.

Aydınlar Ocağı ve Türk-İslam sentezi doktrini Türkiye siyasî hayatında 1940’lardan itibaren kendisine daha geniş bir alan bulmaya başlayan milliyetçi-muhafazakâr düşünce, 1960’larda sol hareketlerin güçlenmesiyle kendisine başta devleti koruma ve kollama olmak üzere çeşitli misyonlar biçerek daha da güçlendi. O dönemde bu misyonun önde gelen örgütü, Türk-İslam sentezi doktrini ile özdeşleşmiş olan Aydınlar Ocağı oldu. İlk olarak 1960’ların başında Aydınlar Kulübü olarak kurulan ve isim babalığını Necip Fazıl Kısakürek’in yaptığı Aydınlar Ocağı'nın öncesi, Kültür Ocağı, Milliyetçiler Derneği, Muallimler Birliği ve Aydınlar Kulübü mensuplarının ve Mümtaz Turhan, Nihat Tarlan, İbrahim Kafesoğlu ve Nihad Sami Banarlı gibi isimlerin katıldığı I. ve II.Milliyetçiler İlmi Seminerleri’ne dayanır. İbrahim Kafesoğlu’nun başkanlık ettiği bu seminerlerde Müslüman Türk milletinin karşı karşıya olduğu tehlikeler ve bunlara karşı alınması gereken önlemler konuşulmuş ve herkesin katılacağı ortak bir dernek kurulması kararlaştırılmıştır. Böylece Aydınlar Ocağı 14 Mayıs 1970’te İbrahim Kafesoğlu, Muharrem Ergin, Said Bilgiç, Recep Doksat, Fethi Gemuhluoğlu, Faruk Kadri Timurtaş, Nihat Sami Banarlı, Metin Eriş, Altan Deliorman, Ahmet Kabaklı,Hakkı Yıldız, Sabahattin Zaim, Süleyman Yalçın ve İsmail Dayı gibi isimlerin çalışmaları ile kurulur.
Yerli ve milli duruş 
Aydınlar Ocağı’nın kurucularından Süleyman Yalçın, Ocak’ın kurulduğu dönemi ve kuruluş gerekçesini şöyle anlatıyor: “1968 yılında Fransa’da başlayan öğrenci hareketleri Türkiye’ye intikal etti. O sırada hepimiz doçent, profesör olmuştuk. Üniversitede solcu arkadaşlar fikirlerini değişik şekillerde mütemadiyen gösteriyorlar ve gençleri destekliyorlardı. Sağcı bilinen insanlara saldırılar oluyor,hakaretler yapılıyordu. Biz de, bu vatana, bu devlete inanıyoruz. Bunun manevî değerlerini müdafaa etmeliyiz diye düşündük. Birkaç toplantı sonunda Aydınlar Ocağı teşekkül etti.” 

Bugün Batı'ya karşı yerli ve milli duruş olarak tanımlanan milliyetçi ve muhafazakar kesimin çıkış noktası olarak bu tür düşünceleri alabiliriz. Sonrasında 1980'de Dine araçsal açıdan yaklaşan 12 Eylül yönetimince İslam, komünizme karşı duvar olarak kullanılmak istendiği gibi, toplumsal birlik ve beraberliği sağlayabilecek kurum olarak da kullanılmak istenmiştir. Nitekim darbenin lideri Kenan Evren, askeri darbenin üzerinden henüz 4 ay geçmişken 17 Ocak 1981 tarihinde Kahramanmaraş’taki halk mitinginde “Hepimiz bir Allah'a inanıyoruz, bir Peygamberimiz var, aynı Kur’an’ı kullanıyoruz, aynı Kur’an’ın sureleriyle namaz kılıyoruz. O halde ayrılık neden!” diye konuşmuştu. Bu noktada darbe yönetiminin yardım alabileceği ve işbirliği yapabileceği belki de tek akımın, akademisyenlerden ve yazarlardan oluşan seçkin yapısı, Atatürk’e saygılı bakışı ve dinin işlevsel özelliklerini vurgulayan yaklaşımı ile bilhassa Aydınlar Ocağı’nın temsil ettiği Türk-İslam Sentezi olmasında şaşılacak bir şey yoktu.

Özgürlükler ve birey 
İslam'ın siyasete bakan yönüyle yeniden yorumlanması adına 20. yüzyılın başından beri Afganî, Abduh ve o çizgide Mehmet Akif’lerin de dahil olduğu İslam’ı 21. yüzyılda yeniden yorumlamak için bir çaba var. Ayrıca Fazlurrahmanlar, Cezayirli Malik Bin Nebiler gibi isimleri de sayabiliriz.. Bu çizgi ile İslam-demokrasi ilişkisi arasında fazla bir problem görünmüyor. Çünkü Türkiye’deki İslâmî hareketlerin İslam algısı öncelikle, siyaset diliyle konuşacak olursak sağcılık hareketi içerisinde yer alıyor. 70’li yılların “yeşil kuşak” projelerinde yer aldı ve kullanıldı. Sağ daha statükocudur; devleti kutsar ve itaat kültürü esastır. Bu aynı zamanda Osmanlı’dan tevârüs eden dindarlık anlayışının bir ürünüdür. 

Resmi dini kurumların özgürlüğe engel teşkil etmesi söz konusudur diyebiliriz. Mısır’da Ezher, Türkiye’de Diyanet, İran’da mollalar, Suud’da oranın diyaneti. Bunlar kesinlikle özgürlükçü, yöneticilerine hesap soran bir İslam anlayışına müsaade etmezler. İkincisi de iktidarlara yaslanan geleneksel cemaatler, tarikatlar, dernekler, sivil toplum kuruluşları kısacası iktidardan nemalalan aydın ve özgür geçinen herkesi kapsar bu tanım.

Türkiye’deki siyasi hareketin en büyük hatası, Müslümanların yaptıklarıyla İslam’ı özdeşleştirmesidir. Halbuki şu anda Müslümanların yaptıkları İslam’la taban tabana zıt. İslam’a aykırı ne kadar inanç, düşünce varsa ve daha önceki iktidarlarda neyi kınadıysa iktidar ve yandaşları, tek tek hepsini yapmaktadırlar. Baskıdan tutun, dışlamadan tutun, kutuplaştırmadan tutun, yolsuzluktan tutun, cinayetlere kadar aklınıza ne geliyorsa! Hani derler ya: Celladına âşık olmak. Neyi kınadılarsa bunların hepsini yapar hale geldiler. Türkiye'de siyasetin her tür bataklığına batmış Müslümanlara bakıp İslam'ı özdeşleştirmek çok büyük hata olur. Tıpkı Orta Çağ'ın skolastik düşünce içindeki kilise ve din adamlarının dini yerle bir etmesi örneğinde olduğu gibi.

Devam edeceğiz…

16 Ocak 2024 13:39
DİĞER HABERLER