Adı Vindictus, sinemalarda Yenilmez adıyla gösteriliyor..
Başrolde Morgan Freeman ile Matt Damon oynuyor.
30 yıla yakın zamanı bir hücrede geçiren Mandela’nın göreve ilk başladığı dönemde siyahla-beyazı birleştirmek, dili ve derisinin rengi farklı ve de ırkçı terör yüzünden birbirinden kopmuş iki halktan bir ulus yaratma çabasını anlatıyor.
İntikam duygusunu unutmanın erdemini anlatıyor.
Gerçek bir demokrasi kuracaksanız, Öteki’ne kucak açmanız gerektiğini anlatıyor.
77 yaşındaki Clint Eastwood hala üretiyor ve yine şiir gibi bir film yapmış.
Sorun basit aslında.
Yeni Başkan Mandela, koltuğa oturduğunda beyazların siyahlara, hele siyah bir başkana güvenmediğini, siyahların da beyazlardan nefret ettiğini bilmekte.
Göreve başladığı gün, eşyalarını toplayıp gitmeye kalkan beyaz çalışanları etkili bir konuşmayla kalmaya ikna ediyor.
Kendi için canını verecek siyah korumaların yanına eski başkanın beyaz korumalarını koyuyor.
Daha önemlisi, ırkçı beyazların sembolü olan beyzbolü ülkenin birliğini sağlamak için kullanmayı deniyor.
Gerçek bir öyküden uyarlanmış mükemmel bir film.
Bu ülkenin Kürtleri’ne bakışınızı, yaklaşımınızı değiştirebilecek bir film.
Biraz düşünürseniz, Kürtler’in sizle eşit hakka sahip olmasından, Kürt kimliğiyle kendini ortaya koymasından, dilini öğrenip geliştirmesinden ve de sonunda Türkiye’den kopup gitmesinden nasıl korktuğunuzu rahatsız olduğunuzu görürsünüz.
Tıpkı başörtüsünden olduğunuz gibi.
Oysa, bu ülke insanlarını birleştiren çok ortak değer var.
Bu değerleri bastırıp korkuları öne çıkarırsanız, sağlıklı bir toplum oluşturamazsınız.
Yenilmez, birbirine Öteki olarak bakan iki halkın nasıl bir ortak değerde birleşebildiğini anlatan bir film.
Özellikle Sayın Deniz Baykal ve CHP’lilere hararetle tavsiye ederim.
Bir görsünler, belki tavırları değişir.
Sinagogta bir sabah
Önce demir bir kapıdan geçtik. Sonra Amerikan elçiliklerinde olduğu gibi, kurşun geçirmez bir camın arkasında duran güvenlikçinin açtığı bir kapıdan geçtik.
Sonra bir başka demir kapıdan.
Girdiğimiz bir yer ibadethaneydi ama sanki Merkez Bankası kasasına girmiştik.
Arkadaşım Eddie Anter’in oğlu Eliyau Erol Anter’in erkekliğe adım atış töreni için dün sabah erkenden Etz Ahayim (Hayat Ağacı) Sinagogu’ndaydık.
Yahudi inancında erkekler 13, kızlar 12 yaşına basınca rüşdüne eriyor, yani eylemlerinden Tanrı’ya karşı doğrudan kendisi sorumlu oluyor.
Bu sorumluluk sinagogta gerçekleşen bir törenle oluyor ve bu törene Bar Mitzva adı veriliyor.
Bir Yahudi erkeğin Bar Mitzva olması Tevrat okumaya çağrılmasıyla oluyor.
Aynı törende genç erkek Tefilin de takıyor.
Tefilin, Yahudi erkeklerin bayram ve cumartesileri hariç sol kol ve başlarına taktığı, içinde Tevrat’tan bölümler içeren deriden yapılma küçük kübik kutucuk anlamına geliyor.
Erol, Hahambaşı’nın da katıldığı bir törenle sorumluluklarını üstüne aldı.
Törende yaptığı konuşma insanın gözünü yaşartan cinstendi.
Geçen yıl ailesiyle birlikte Florida’ya yerleşmişlerdi.
Bu törenin orada olması duygusunun kendisini nasıl rahatsız ettiğini ifade ederken, ‘’İstanbul’da olması beni çok sevindirdi. Çünkü benim ülkem burası, köklerim, dostlarım burada’’ diye konuştu.
Bu ülke yurttaşı olmayı etnik kökene, inanca bağlayan, ‘’tek inanç, tek ulus’’ diye çırpınanların çapsızlığını ortaya koyuverdi bir cümlede.
Yahudiler, inançları farklı yurttaşlarımız ama bu toprağa bağlılıkları, bu toprağa sevgileri hiç değişmeyen kardeşlerimiz.
Onlar eksildikçe biz de eksiliyoruz.
Gelenekleri, inançları ile bu tarihin önemli bir parçası onlar.
Ortaköy’de ilk kez böyle bir tören izlerken, Yahudi dostlarımın çokluğundan bir kez daha mutluluk duydum.
Ahmet Hakan’a
Senin kişiliğini eski çevrenle konuştukça daha iyi anlıyorum.
Ben 28 Şubat’ta yanlış yaptığımı, yanlış yerde durduğumu hiçbir
zaman inkar etmedim.
O yüzden hangi adla olursa olsun yazdıkların beni acıtmaz.
Ama bir yanlışın var, ben senin gibi kişilerin değil, demokrasinin yanındayım.
Erdoğan’ın yandaşı olduğunu iddia ettiğin Sabah gazetesi yayın yönetmenliğini onun için rahatça bırakabildim.
İş korkum olsa, senin Kanal 7 günlerinde yaptığın gibi Belediye Başkanı Erdoğan’ı telefonla aradığında bile ayağa kalkıp önümü ilikler öyle konuşurdum.
Ya da senin Sabah’taki ilk günlerinde olduğu gibi içki içtiğimi gizlemek ihtiyacı duyardım.
Ya da yine senin gibi, Erdoğan’ı kızdıran bir yazının ardından Hüseyin Besli’yi araya sokar, Lütfü Kırdar’da sabaha karşı 01.30’a kadar kapıda bekler, beni affetmesi için yalvarır yakarırdım.
Onun için kapa çeneni ve sus.