Bu haftanın mutlaka okunulası cuma sohbeti dikkat çeken konuyu ele alıyor...
Hazreti Âdem'den bugüne beşeriyetin yaşadığı ferdî, ailevî, içtimaî bütün problemlerin temelinde insan vardır. Çağımızda yaşanan anarşi, zulüm, fitne ve buhranların temelinde de yine insan unsuru bulunmaktadır. Bütün problemler gelip gelip insanda düğümleniyorsa, o hâlde bu problemlerin çözümü de vahiy buudlu, vicdan eksenli bir terbiye sistemi ile insanın yeniden ele alınmasıyla mümkündür. Aksi takdirde yeryüzündeki hiçbir şekavet, dalâlet, sefahet ve sefaletin önü alınamaz.
Evet, bugün beşeriyetin en büyük problemi insanı ihmal problemidir. Fakat acaba kaçımız bu problemi derinden derine yüreğimizde hissediyor ve içimizde bunun ızdırabını duyuyoruz? Maalesef çoğumuz itibarıyla biz, aynı ortamı paylaştığımızdan dolayı, yeryüzünü kasıp kavuran bu sefahet ve sefaletin, bu inhiraf ve düşüşün çap ve büyüklüğünü dahi anlayabilmiş değiliz.
Hazreti Mevlâna Mesnevî'sinde, derici dükkânındaki pis kokuya alışıp daha sonra ıtriyat çarşısına götürülen bir insanın, oradaki güzel kokular karşısında düşüp bayıldığından bahseder. Esasında hazret bu hikâyesiyle bize, bozulmuş tabiatların hâlini resmetmektedir. İşte çağımızın insanları olarak biz, neş'et ettiğimiz ortama öyle alışmış ve öyle uyum sağlamışız ki, insanı insanlığından utandıracak manzaralar karşısında dahi herhangi bir utanç ve acı duymuyoruz. Bütün terslikleri ve yanlışlıkları âdeta normal görüyoruz.
Izdırapla Açılan Kapılar
Izdırap çok önemli bir ilham kaynağıdır. O, insana, içinde bulunduğu sıkıntılı hâlden kurtulma adına çok farklı yol ve yöntemler ilham eder. Mesela kuyuya düşen bir insan, kuyunun dibinde bulunduğunun farkındaysa ve bunun ızdırabını duyuyorsa, kuyudan çıkmak adına elli türlü yol arar ve Allah'ın izni ve inayetiyle bir çaresini bulup oradan çıkar. Elinde kazma ve kürek olmasa bile, ellerini âdeta pençe gibi kullanıp oradan çıkmaya çalışır. Didinir durur, tırnaklarıyla ayaklarını koyabileceği iki oyuk açar. Daha sonra ayaklarını o oyuklara koyup daha yukarıda iki tane daha oyuk açar ve böylece bir takvime bağlamak suretiyle belli bir müddet sonra oradan çıkmayı başarır. Fakat kuyunun dibinde yaşadığının farkında olmayan ve hâlinden memnun olan birisinin hiçbir zaman böyle bir cehd ve gayreti olmaz.
Ayrıca insan, yaşadığı düşüş ve inhiraf karşısında, onun ızdırabını derinden derine duyar ve Cenâb-ı Hakk'a tam bir teveccühte bulunursa, Hazreti Üstad'ın Lem'alar isimli eserinde ifade ettiği gibi, esbabın bi'l-külliye sukût ettiği böyle bir anda, nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyetin zuhur ettiğini görebilir. Bilindiği üzere Yunus bin Mettâ (aleyhisselâm) balık tarafından yutulduğunda; balık, denizin dalgaları ve gecenin karanlığı bir araya gelerek onu dört bir taraftan çepeçevre kuşatmıştı. Fakat o büyük peygamber, üst üste bu karanlıklar içinde, “Senden başka ilâh yoktur. Sen, bütün noksan sıfatlardan münezzehsin; doğrusu ben kendi kendime zulmettim (affını bekliyorum).” (Enbiyâ, 21/87) şeklinde niyaz ederek, Cenâb-ı Hakk'ın nazar-ı merhametini celbetmiş ve karanlık karanlık üstüne bir hâlde bulunuyorken balığın karnından kurtulmuştu. İsterseniz siz, burada İbrahim Hakkı Hazretleri'nin şu mısralarını hatırlayabilirsiniz:
Nâçâr kaldığın yerde,
Nâgâh açar ol perde,
Derman olur her derde,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.
Durumumuz Daha Feci
Şimdi bu açıdan bir bakın günümüzdeki derbeder hâlimize! Allah aşkına, bugün biz, Yunus bin Mettâ'nın (alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm) balığın karnına düşmesinden daha feci bir durumda değil miyiz? Hazreti Pîr, bu konuyu ele aldığı yerde, “Nefsimiz, bizim hûtumuzdur (balığımız)” diyor. Yani bugün bizler, esasında nefislerimiz tarafından yutulmuş bir hâldeyiz. Varsa bu dünya yoksa bu dünya deyip, heva-i nefse esir olmuşuz; fakat en acısı bu durumun farkında bile değiliz. Dolayısıyla günümüzde değişik coğrafyalarda yaşanan fevkalâde mazlumiyet, mağduriyet ve mahkûmiyetler karşısında da hissizler, kalpsizler gibi hareket ediyoruz.
O hâlde evvelâ kendimize “biz ne idik, ne olduk?” sorusunu sormamız gerekir. Daha sonra da, yaşadığımız zamanla devr-i risalet-penahi arasında irtibat kurup her iki dönem arasında mukayeseli okuma yapmamız lazım. Hatta Eyyubilerin, Zengilerin, Selçukluların ve Osmanlıların yaşadıkları dönemlere giderek, bir Selahaddin Eyyubî, Nureddin Zengî, Alparslan, Melik Şah, Kılıç Arslan, Fatih Sultan Mehmed gibi iradeli ve güçlü devlet adamlarının, amansız ve insafsız bir dünyanın taarruz ve hücumları karşısında nasıl mukavemet ettiklerini, beyinlerini zonklatırcasına problemlere ne tür reçeteler sunduklarını düşünmeli ve gül devri sayılabilecek o dönemleri günümüzle mukayese ederek içinde bulunduğumuz derbeder hâlin büyüklük ve fecaatini anlamaya çalışmalıyız. Zannediyorum böyle bir fikir cehdi, derdi anlayıp derman bulma adına bizi Cenâb-ı Hakk'ın kapısının tokmağına dokunmaya götürecek ve O da bize bu meş'um durumdan sıyrılma adına alternatif çıkış yolları gösterecektir. Fakat biz, yaşadığımız bu feci hâli normal gördüğümüz takdirde ne alternatif yollar bulabilir ne de kurtuluş adına yeni yöntemler keşfedebiliriz.