Büyük Aşkların Bedeli Büyük Oluyor

Samanyoluhaber.com yazarı Harun Tokak'ın Pazar yazısı: Büyük Aşkların Bedeli Büyük Oluyor

HARUN TOKAK

Ayrılıklara yazgılı kalbim kış yolcularının yol güzergahı gibi.
Çocukluğumda en çok üşüyen yerim ıslak ayaklarımdı. Uyuştuğu zaman ‘‘Yanan ocağa ya da sobaya yaklaşma.” derdi anam. Yavaş yavaş kanım çözülürdü sıcakta. Sonraları bunun yarı donmak olduğunu öğrendim.
Çocukluğumuzda duvarları yapışkan kederlerle kaplı kerpiç evlerde üşüdüğümüz o günleri düşünerek yürüyoruz yolları. Biz mi yolları yürüyoruz, yollar mı bizim içimizden geçiyor, belli değil.
Kışın soğuğu, doğanın giderek çıplaklığa bürünmesi doruk noktasına ulaştıkça, farkında olmadan biz de o ıssızlığı giyinmeye başlıyoruz.
“Sıcak bir ev mutluluğun yarısı sayılır.” derler ama bu söz kendi vatanında, sevdiklerin yanında olanlar için tabii.
Üşüyen evleri, ağaçları geride bırakarak Semih Bey’in hatıralarına misafir oluyoruz.
Semih Bey gurbetteki evinde bir başına yaşıyor. Hayat dolu bir genç ama hayat onu yormuş. Kırgınlığı ve yorgunluğu sesinin tınısına yansıyor.
“Bu soğuk diyarlara geleli üç yılı geçti.” diyor. “Yalnız başıma yaşıyorum.”
Bugünlerde en çok karşılaştığımız şey dağılmış, savrulmuş aileler olsa da sanki Semih Bey’in sesinde başka bir kırılganlık var.
“Eşiniz, çocuklarınız nerede?” diyoruz.
“Eşim Türkiye’de” diyor.
“Sizinle gelmedi mi?”
“Gelmek istemedi.” diyor. “Hakkını yiyemem. Ben hapiste kaldığım sürece hep geldi, gitti ama hapisten çıktıktan sonra düşüncelerinde bazı kaymalar oldu. Bazı yanlışlıklar olmasaydı biz bunları yaşamayacaktık gibi düşüncelere kapıldı. Zaten iyice de yorulmuştu. Varlıklı bir aile idik. İşim çok iyiydi. Ayda üç-dört milyar para kazanıyordum. 
Birçok evimiz vardı. Çocuklarıma haram yedirmemek için gece gündüz çalıştım. Zorlukları yenmeye çalıştım.
Avukatım, ‘İtirafçı ol. Seni kurtarayım.’ dedi.
Hiç tereddüt etmeden, ‘Seni azlediyorum. Senin gibi bir adamın beni savunmasını istemiyorum.’ dedim. 
Yirmi beş sene emek verdiğim işime el koydular. Tam bir haramilik düzeni.  
Çok ağırıma gitti.
Her gün kötüye gidiyorduk. Bir gün eve haciz geldi.
Telefon parasını ödeyemez hale geldik.
Bir gece eşimle tartıştık. 
Eşim ‘Ben seni istemiyorum.’ dedi.
‘Sizler sakın üzülmeyiniz. Size acı vermeye hakkım yok. Bu ev ve içindekiler size kalsın.’ dedim.
Davama beslediğim sevginin bedeli bu yaşananlar diyerek, soğuk bir kış gecesi eşim ve çocuklarımla vedalaşarak evden ceketimi alıp çıktım. 
Hava buz kesiyordu. Sabahlara kadar sokaklarda dolaştım. Hastalandım. 
Türkiye’de beni tutan bir şey kalmamıştı. Eşim, çocuklarım, işim elimden gitmişti. Üstelik Yargıtay onaylarsa içeri girecektim.
Sılamı, sevdiklerimi geride bırakarak soğuk bir mart gecesi geçtim Meriç’ten.
Meriç macerası da hiç kolay olmadı. Zaten ölümü göze almadan Meriç’i geçmek mümkün değildi. Kış mevsimi olduğu için çok azgın akıyordu.
Geldiğim bu kuzey ülkesinde iyiyim. Benim gibi muhacir arkadaşlar var. Onlarla bir araya geliyor. Sohbetler ediyoruz. Sanki eski o güzel günler geri gelmiş gibi. Ülkemizde de öyle yapmaz mıydık? Haftalık sohbetlerimiz, mütevellilerimiz olurdu. Öğrencilerin kaldığı ışık evlerine, yurtlara giderdik.
Burada muhacir çocuklarla ilgileniyorum. Onlar beni çok seviyorlar. Türkiye’den kalma güzel alışkanlıklarımız bura da devam ediyor. Onların annelerinin, babalarının yanında olmaları beni hem çok mutlu ediyor hem de hüzünlendiriyor. Keşke benim çocuklarım da yanımda olsa…
Semih Bey konuştukça sesi daha da kırılganlaşıyor. Her kelimede her cümlede sanki içinde bir dal kırılıyor. Çocuklarına olan özlemini başka çocuklarla gidermeye çalışıyor. Her vesile ile eşinden çocuklarından söz ediyor. Bir baba olarak evlatlarının yanında olmayışını başkalarının çocukları ile gidermeye çalışsa da hep bir şeylerin eksik olduğunu fark ediyor. Eski mutlu günleri andıkça içinde fırtınalar kopuyor. ‘‘Çocuklarıma haram yedirmemek için çok çalıştım.’’ derken kendisine karşı yapılan vefasızlığı bir türlü hazmedemiyor. 
Semih Bey konuştukça Yaman Dede’nin yaşadıklarına ne kadar da benziyor hayatı diye düşünüyorum. 
Ortodoks bir ailenin çocuğu olan Diyamendi ortaokul ikinci sınıfta okurken bir gün Farsça hocası tahtaya, Mevlana’nın Mesnevi’sinden birkaç beyit yazıyor:
“Dinle, bu ney neler hikâyet eder, 
 Ayrılıklardan nasıl şikâyet eder. 
 İştiyâk derdini şerh edebilmem için,
 Ayrılık acılarıyle şerha şerhâ olmuş bir kalb isterim.” 

Konya'nın kurşuni şafaklarının birinde, kim bilir kaçıncı uykusuz geçen gecenin seherinde, yayından fırlayan bir ok gibi Mevlâna’nın dilinden dökülüveren bu dizeler, tam yedi asır sonra bir Rum genci olan Diyamandi'nin gönlüne isabet ediyor. 


Daha bir çift güzel göze vurulmadan, henüz on üç yaşında yedi asır önce söylenen dizelere kaptırıyor kalbini.    
Nereden bilebilirdi, bu dizelere gönlünü kaptıranları çetin aşk sancıları beklediğini. Bu sevdanın bedelinin ağır olduğunu.
Diyamendi bir yanardağ gibi yıllarca içten içe yanıyor. 
Üniversiteyi bitirince İstanbul’da Ortodoks bir kızla evleniyor. Bu evlilikten bir kız çocukları oluyor. Diyamendi kendisini Müslüman hissetse de bunu yıllarca ailesine ve etrafına açamıyor. 
Namazını en kuytu semtlerin küçük mescitlerinde kılıyor, Ramazan aylarında oruçlarını gizli gizli tutuyor. 
Anadolu’nun çeşitli illerinde Mevlânâ ve Mesnevî konulu konferanslar veriyor.
55 yaşına kadar içten içe yanan Diyamendi’de artık dayanacak takat kalmıyor. Diri diri yakacaklarını bilse, içindeki alevleri serbest bırakacaktır. Söylemeye mecali olmasa da, susmaya tahammülü de kalmamıştır. Yanarken en yüksek hazlarla harap olan ruhunun iniltilerini, eşi ve kızına açıyor. 
Kızı, birlikte kalmayı çok arzu etmesine rağmen, eşi buna asla razı olmuyor.
Diyamendi eşiyle aynı çatı altında kalmalarının imkânsız olduğunu anlıyor. 
Soğuk bir şubat gecesi zor bir karar veriyor. 
Dışarısı dizlere kadar kardır. Bıçak gibi soğuk kesmektedir. 
Ailesine: “Aşkımın bedeli bu yaşananlar. Sizler sakın üzülmeyiniz. Aşk, ızdırapsız olmaz. Size acı vermeye hakkım yok. Bu ev ve içindekiler size kalsın. Bana onun aşkı yeter.” diyerek ceketini alıyor ve evden ayrılıyor. 
Eşi ve kızı bir ölümün vereceği acı kadar ıstırap çekiyorlar. Gözyaşları kuruyuncaya kadar ağlıyorlar. Diyamendi de bu ayrılığı bir zehir gibi içine çekiyor. 
Elinde bir iki küçük paketle, düşüyor yollara. Yatsı namazı için Üsküdar’daki Altunizade Camii’ne gidiyor. 
Bunalan ruhu bir beşaret bekliyor. 
İmam “Allah hiç kimseye güç yetiremeyeceği yük yüklemez.” mealindeki ayeti okuyunca “Kurtuldum.” diyerek kendini yere atıyor. 
Namazdan sonra, Üsküdar Selamsız Yokuşu’ndan iskeleye iniyor. Sabah ezanına kadar, o soğukta, sokaklarda ve sahilde dalından kopmuş bir yaprak gibi sürükleniyor.
Ortalıkta kimsecikler yoktur. 
İçi alev alev yanmaktadır. Boğazın buz gibi sularına dalsa, yüreğindeki yangınlara bir damla su değmeyecektir. Bugün hâlâ her dinlediğimizde gönlümüzü titreten şu sözler dökülmeye başlıyor dudaklarından;
“Susuz kalsam yanan çöllerde, can versem elem duymam
Yanardağlar yanar bağrımda, ummanlardan nem duymam
Alevler yağsa göklerden ve ben messeylesem duymam
Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasûlallah…”
Ağlasa… Alevlerin üzerine gamlı gözlerinden damlalar dökse, ateşinin harı hafifleyecektir… Ama istemez. Yandıkça yanmak, aşk ateşinde can vermek istiyor. Yıllarca, yanardağlar gibi içten içe yanmış, korla ateş yer değiştirip durmuştur. Sonunda bir volkan gibi patlamış, yanardağ nefes almış, ferahlamıştır.
O artık bahtiyar bir sürgündür. 
Bir müddet kendi bürosunda yatıp kalkıyor. İstanbul İmam Hatip Okulu ve Yüksek İslam Enstitüsü’nde Farsça dersleri vermeye başlıyor. 
Allah, Resûlullah, Mevlânâ, Konya, aşk deyince hemen ağlamaya başlıyor, kendi kuşağının zihninde derin izler bırakıyor. 
Hiç kimse onu Diyamendi diye çağırmıyor. Kimi Yaman Dede diyor, kimi Yanan Dede…
Eski eşini ve kızını sık sık telefonla arayarak hediye ve ikramlarda bulunmayı ömür boyu hiç ihmal etmiyor. Kızının, ‘Baba ne olur, eve dön’” diye başlayan telefon konuşmaları, Yaman Dede’yi her defasında harap ediyor. Amansız aşk yolculuğu yoruyor Yaman Dede’yi. Aşk yokuşlarında yorgun düşüyor. 
Talebelerinden Ahmet Kahraman Taksim’e doğru giderken Alman Sefareti yanındaki mescidin duvarına yaslanmış, son nefesini verir gibi bir halde görüyor Yaman Dede’yi. Halsiz, mecalsiz, başı hafifçe sağ öne düşmüş, boynu bükülmüş, öylece durmaktadır. Hemen koşarak yanına gidiyor ve: ‘‘Hocam, hayırdır, geçmiş olsun! Neyiniz var, hasta mısınız?’’ diyor, 
Yaman Dede ağlamaya başlıyor.
“Hocam! Niçin ağlıyorsunuz, başınıza bir şey mi geldi?”
Şöyle çok ince, çok tiz, çok gevrek, ipil ipil dökülen bir sesle; 
“Hayır yavrum hayır! Resulullah (sav) aklıma geldiği zaman, kendimi kaybediyorum, ayakta duracak mecalim kalmıyor. Ya bir yere dayanmam gerekiyor ya da oturmam icap ediyor.” 
Neylersin büyük aşkların yangını büyük olduğu gibi büyük davaların da bedeli büyük oluyor.
26 Şubat 2023 14:57
DİĞER HABERLER