20 Aralık 2013 Cuma akşamı yakın bir dostumla Pensilvanya'daki salaş bir yol üstü lokantasında kahve içiyorduk.
20 Aralık 2013 Cuma akşamı yakın bir dostumla Pensilvanya'daki salaş bir yol üstü lokantasında kahve içiyorduk.
Tam o saatlerde, Türkiye'de gün ağarırken “Amin!” sesleri yükselmeye başlamıştı: O malum ‘mülaane'ye tereddütsüz katılanların mesajları önümüze düşüyordu. Sonra her şey gözümüzün önünde oldu: Hırsızlarla arsızlar el ele verip ülkeyi bir derebeyliğe çevirdiler. Binlerce insan sürgün edildi. Dünya tarihine geçecek bir pişkinlikle, “paraleller koydu” dedikleri paraları bavulla evlerine taşıdılar. Kasvetli günlerdi ama her şeye rağmen güzeldi. Olup biteni uzaktan izlerken o günleri ileride özleyeceğimizi biliyor(d)um. O akşam uğradığımız lokantayı, elimde tuttuğum fincanı anılardan ayırabilir miyim? (“Dokunuşun da hafızası var” der Keats bir şiirinde.) O kahvenin kokusu, tıpkı Proust'un ‘madlen'i gibi, bana o günleri hatırlatacak. Zor zamanların sıkıntısı tatlı anılara dönüşürken (“zeval-i elem lezzettir”) yaşanmışlıkları anıp “hey gidi günler” diyeceğiz. Çünkü bütün çirkinliklerin yanında kendi hikâyelerimiz de ‘sürece' dahil. Bu yüzden yaşananları, düşünürün “ayrıcalıklı bir anlatım biçimi” dediği, birinci tekil şahsın tanıklığıyla anlatacağız.
“Çok yakın bir gelecekte” kötü adamlar bir enkaz bırakarak sahneden inecek ve trajediden kara komediye dönüşen bu tatsız tiyatro bitecek. (Biraz daha gürültü çıkarmalarına kulak asmamalı — ampuller patlamadan önce bir süre cızırdar.) Toplumun dikiş yerlerini onarmaksa ötekileştirdikleri insanlara düşecek. Onları bağışlayacak ve yeniden yüz yüze bakabilmek için yaptıklarını, söylediklerini unutmaya çalışacağız. Belki Dıranas'ın dizesine sığınarak: “Ey unutuş! Kurtar bu gamlardan beni.”
Peki, bazı şeyleri nasıl unutacağız?