"Mü’minler için aile düzenine o kadar önem verilmiştir ki, Cenab-ı Mevla seçkin insanlar olan Peygamberlerini anlatırken, bunlardan ikisinin, özellikle de hanımlarına ait bir detayı bildirmesi, bizler açısından oldukça dikkat çekicidir. "
Prof.Dr.Muhittin AKGÜL | samanyoluhaber.com
Bu yazıyı twitterdaki hesabımdan paylaşmıştım. Gelen talepleri de dikkate alarak yeniden gözden geçirip, bu köşede yayınlamaya karar verdim.
Günümüzün en sıkıntılı konularından birisi de şüphesiz aile hayatındaki kırılmalardır. Toplumun bu en küçük birimi olan aile, mutlu ve dingin olmayınca, doğal olarak kavgalı, dağılmış, parçalanmış ailelerin meydana getirdiği toplum/toplumlar da şüphesiz dağınık ve kavgalı olurlar. Zira aile, toplumun en küçük birimi ve temel taşıdır.
Eşler arasındaki küçük problemlerin büyütülmesi, birbirlerine katlanmanın yok olması, evliliğin, sadece geçici bedeni ihtiyaçların karşılandığı bir kurum olarak görülmesi, ölüm ötesi hayatta da aynı aile düzeninin devam edeceği inancının zayıflığı, birbirini anlamaya değil de anlamamaya odaklanılması, kul hakkının göz ardı edilmesi, gayr-ı ahlâki ve İslâmi yeni hayat tarzlarının ve düşüncelerinin baskınlığı gibi farklı faktörlerden dolayı, müslümanlar arasında aile düzeni ve uyumu, maalesef yerlerde sürünmektedir.
Böylesine bir aile yıkımının enkazında ise, şüphesiz ki boynu bükük çocukların âh-u eninleri, tamiri mümkün olmayan gönüllerin derin inkisarları, maddi-manevi hak gaspları ve gelecek açısından da aile sevgi ve şefkatinden mahrum büyüyen kopuk nesillerin önü alınamaz çılgınlıkları yatmaktadır.
Halbuki Yüce Yaratıcı’nın beyanına göre eşler, birbirlerinin huzur ve sükûn kaynağı (A'raf 7/189) ve birbirlerini her türlü tehlikeye karşı koruyan birer elbise gibidirler. Böylesi bir durum ise eşler için ilahi bir lütuftan ibarettir. (Bakara 2/187).
Bizlere rehber olarak gönderilen Yüce Kitabımız, eşler arasındaki ilişkilere o denli büyük bir önem vermiştir ki, eşlerin birbirlerine ısınmalarını, kendi cinslerinden eşlerin var edilmesini ve onların birbirlerine karşı sevgi ve şefkat göstermesini, Kendi varlığı ve birliğinin birer ayeti olarak kabul etmiştir. (Rum 30/21).
Son Nebi Hz. Muhammed’in (s.a.s.) getirdiği ilâhî beyanda, özellikle erkeğe hitapta bulunularak eşiyle hoşça ve güzelce geçinmesi, onda hoşlanmayacak bir yön görse bile bunu kavga ve ayrılma sebebi yapmaması, bunlara katlanmak sûretiyle bilmediği başka yön ve yerlerden mükâfatların takdir edileceği (Nisa 4/19) vaat edilmiştir ki, böyle bir tavsiye, eşler arasındaki ahengin ne kadar önemli olduğunu göstermesi açısından oldukça mânidardır.
Yüce Beyan’da ailenin bir erkekle bir kadından başladığını ve bu anlamda onun, küçük bir devlet olduğunu görmekteyiz. Şu farkla ki, devlet işleri resmiyet ve kurallarla devam ettirilip yürütüldüğü halde, küçük devlet olan aile kurumu da sevgiyle, şefkatle, hoş görüyle, karşılıklı anlayış ve saygıyla, işlerin beraberce yürütülmesiyle, eşlerin birbirine yardım etmesi ve birbirlerine değer vermesiyle, iyi muamele ve sevinçte-tasada bir ve beraberce olmalarıyla devam eder.
Hayat Modeli olarak gönderilen Hz. Peygamber (s.a.s.) de Vedâ hutbesinde bu konuya önemli bir yer ayırmış, her iki bireye ait görev ve sorumluluklarını hatırlatmış ve hanımın, erkeğe Allah tarafından bir emanet olarak bırakıldığını haber vermiştir.
“Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah'ın emaneti olarak aldınız ve onların nâmusunu kendinize Allah’ın emriyle helal kıldınız. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, kadınların da sizin üzerinizde hakkı vardır.”
Mü’minler için aile düzenine o kadar önem verilmiştir ki, Cenab-ı Mevla seçkin insanlar olan Peygamberlerini anlatırken, bunlardan ikisinin, özellikle de hanımlarına ait bir detayı bildirmesi, bizler açısından oldukça dikkat çekicidir.
Bu iki peygamber Hz. Nûh (a.s.) ve Hz. Lût (a.s.)’dır. İkisinin eşi de kendilerine inanmamış, hatta inanmamanın ötesinde düşmanlıkta diğerleriyle yarışa girmişlerdir. Eşleri olan peygamberlerin sundukları ilahi mesajlarla iki hanım da alay etmiş ve düşmanla iş birliği yapmışlardır. Burada söz konusu etmek istediğimiz husus, bu peygamberlerin eşleri kâfir olduğu, hatta düşmanla iş birliği yapmış olmalarına rağmen, her iki nebi de aile düzenini asla sonlandırmamış, kavga etmemiş ve onlarla bozuşmamıştır.
“Allah, kâfirlere Nûh’un eşi ile Lût’un eşini misal getirir. Her ikisi de iki iyi kulumuzun mahremi idiler. Ama inkâr tarafına giderek eşleri olan peygamberlere hıyanet ettiler, kocaları da Allah’tan gelen cezadan eşlerini asla kurtaramadılar. Onlara (ölürken veya kıyamet günü): “Haydi, cehenneme girenlerle beraber siz de girin!” denilir.” (Tahrim Sûresi 10).
Âyette belirtilen “hıyânet”ten maksat, elbette zina olmayıp, eşleri Hz. Nuh ve Hz. Lût (a.s.)’a karşı, düşmanlarıyla işbirliği yapmış olmalarıdır.
Mü’minlerin aile hayatları için şüphesiz ki Hz. Peygamber (s.a.s.), vazgeçilmez bir örnekliğe sahiptir. O’nun örnek âile hayatına baktığımızda şunu görürüz:
Allah Resûlü (s.a.s.) bir peygamber olmasına rağmen, eşleriyle istişare ederdi. Bir peygamber olmasına rağmen eşlerine yardım ederdi. Eşlerine değer verir, onlara karşı nezaketi asla elden bırakmazdı. Eşlerinin yakınlarına kendi yakınları gibi değer verirdi. Onlara karşı geniş bir hoşgörü içindeydi. Hatalarını yüzlerine vurmaz, zaman bırakır ve kırmamaya özen gösterirdi. Çünkü Resûlullah (s.a.s.) eşe, Allah’ın bir emaneti olarak bakar ve ümmetine de bunu tavsiye ederdi.
Eşler arasındaki uyum, elbette ki tek taraflı değildir; olamaz da. Allah Resûlü’nün eşleri de ona aynı titizlikle muamele eden ve ümmetin hanımları için de ideal anlamda örnek birer hanımefendi konumundaydı. Onlar, Resûlullah'ın (s.a.s.) yakınlarına her zaman iyi davranır, ihsanda bulunur ve bu konuda asla ayrımcılık yapmazlardı. “Senin annen, senin baban ve senin akraban”ayrımlarına gitmezlerdi. Sevdikleri bir şeyi gördüklerinde ona hediye ederlerdi. Meydana gelen şöyle böyle sıkıntılar karşısında ondan uzaklaşmaz, aksine ona daha da yaklaşarak teselli ederlerdi.
Seçkin eşler olan bu eşler, Resûlullah’a (s.a.s.) maddi destek olurlardı. Kendi öz evlatları olmadıkları halde, Allah Resûlü’nün Hz. Hatice’den validemizden olan çocuklarına, öz anne gibi davranırlardı. Beşer olma gereği ortaya çıkan kırgınlıklarda, hemen ayrılmayı düşünmezlerdi. Resûlullah’a (s.a.s.) herhangi bir zorluk çıkarmazlardı. En olumsuz zamanlarda bile O’na karşı olan sevgilerinden hiçbir şey kaybetmez, gerekli durumlarda başkalarına karşı her zaman Allah Resûlü’nü (s.a.s.) savunurlardı.
Dünyaya karşı O’nu tercih eder; i’la hadisesinde bile, pişmanlık duymuş ve huzuru O’nun yanında aramışlardı. Vefatından sonra da O’na karşı olan sevgilerinde bir değişiklik olmamış ve aynen devam etmişti.
Aile müessesesi, örümcek yuvası değildir ki, herkes birbirini boğazlasın ve sonunda aile yuvası, vahşetin sergilendiği bir savaş alanına dönmüş olsun. Bu yuvada sevgi, paylaşma, karşılıklı anlayış, merhamet, katlanma, sadakat ve vefa, sabır ve teenni gibi nitelikler yoksa yuvalıktan çıkar. Huzursuzluğun, güvensizliğin, mutsuzluğun ve her türlü sıkıntının merkezi haline gelir. Her iki taraf için de böyle bir duruma gelmiş olan yuva, artık yuva olma özelliğini çoktan yitirmiştir.
Evlilikleri dünyevi olanlar, eşlerden birinin yaşlanması veya gençlik cazibesini kaybetmesiyle, insan olarak alternatiflere başvurabilirler. Ayrılıp kendince daha genç birisiyle evlenmeyi düşünebilirler. Böylesine bir duygu da, insanın arzu ve istekleri açısından gayet normaldir. Ancak ölüm ötesi hayatta da beraber olacakları, eşinin (özellikle de hanımların), orada oldukça genç bir yaşta yaratılacağı, Cennet'in en değerli nimetlerinden birinin kendi eşi olacağı inancı, dünyanın bu geçici zevklerini unutturur. Eşleri birbirine daha bağlı bir hale getirir. Geçici his ve heveslerin önüne geçer.
Eşlerin, aile düzenlerini yeniden gözden geçirerek, Kur’ân ve Sünnet’e ne kadar uygun olup-olmadığını düşünmeleri temennisiyle.