Cemaat içinde kol kırılınca yen içinde mi kalmalı?

''Dünyada şu kanaati oluşturmak o kadar önemli ki: “Bunlara her şeyiyle güvenebiliriz. İçlerinden asayişe mugayir hareket eden çıkmaz. Çıksa bile onu kollamaz kendilerinden soyutlar, yargıya intikal ettirirler.” Bu şeffafiyeti yakalamadan çevremizde, bulunduğumuz ülkelerde güven tesis edemeyiz. Yenin içinde kalan her kol, bir süre sonra bünyeyi kötürümleştirecektir.''
Veysel Ayhan / Tr724
SİZCE DÜNYADA EN ZOR ŞEY NEDİR?

“Falan kimse havadan nem kapıyor” derler!
Ona ruhum feda! Ya yağmur altında dahi ıslanmayanlara ne demeli!..”
Ölçü veya Yoldaki Işıklar

Dünyada en zor şey bana göre “hakperest” olabilmektir.

Hz. Ömer(ra) bu yüzden çok büyüktü. “Hak”ı duyduğunda gittiği yolun tam tersine yüz seksen derece dönebiliyordu. Binlerce Müslümana hutbe verirken, yaşlı bir kadının ikazıyla sözlerini düzeltebiliyordu. İzzet-i nefsim, onurum, makamım, hilafetim falan demiyordu.

“Ey zavallı yaşlı kadın, ben ki Allah Resulü’nün(sav) halifesiyim. Bana dinimi mi öğretmeye kalkıyorsun. Haddini bil!” demiyordu.

Müslümanların âdil olduğu, hakperest davrandığı zamanlarda İslam sevimlilik kazanmış bir cazibe merkezi haline gelmişti. İdarecilerin adaletten, hakperestlikten uzaklaştığı diktatörleştiği dönemlerde ise İslam, “İslam”sız Müslümanların elinde, kaçılan ve uzaklaşılan bir dine dönüşüyordu.

Peki biz bireysel olarak “Hakperest” miyiz?

Beni bu ilgilendirir. Kendimizi test edelim.

Mesela ben barış ve huzurun temin edildiği bir ülkedeyim. Oğlum bir devlet dairesinde çalışıyor. Kendince fetva bulup hırsızlık yapıyor.

Bunu o ülkenin adli makamlarına söyleyebiliyorsam “Hak perestim” demektir.

Veya bir komşum bir yandan halkın vergileriyle kendisine verilen işsizlik maaşı alıyor diğer yandan bir firmada gizlice çalışıyor. O ülkenin cari kanunlarını açıkça ve haksızca çiğniyor.

İkaz ettim olmadı. Ben bunu ‘bir vatandaş adayı’ olarak o ülkenin adli makamlarına söyleyebiliyorsam “Hak perestim” demektir.

Bu, bir ispiyonlama değildir. Oğlum veya komşumun günaha girmesine engel olmaktır. Misafiri olduğum ülkede alın teriyle çalışıp vergi ödeyen insanların hakkına saygı duyup sahip çıkmak demektir.

Tüm bunların ötesinde ahlaklı ve dürüst olmak demektir.

İKİ MUAZZAM ÖRNEK

Müslümanlıkta bu ahlaklı ve dürüst oluşa engel bir ayet hadis var mı?

Tabii ki yok.

Bilakis şunlar var:

Bildiğimiz olay ama sık sık hatırlamak gerekiyor.

Medine’de, soylu ve çevresi güçlü bir kadın hırsızlık yapmıştı. Kadının kabilesinin önde gelenleri Peygamberimize(sav) başvurup cezasının affını istemeye karar verdiler. Ve Efendimiz’in (sav) çok sevdiği, torunu gibi gördüğü Üsame bin Zeyd’i aracı olarak gönderdiler. Üsame bin Zeyd’in bu talep sonrasında aldığı cevap oldukça sertti:

“Sen kötülükleri önlemek üzere Allah’ın koymuş olduğu cezalardan bir cezanın affı hakkında mı benimle konuşuyorsun?

Sizden önceki insanları helak eden, ancak, onların içlerinden şerefli ve soylu birisi suç işlediğinde onu cezasız bırakmaları, içlerinden fakir ve zayıf biri suç işlediğinde cezayı uygulamaları idi.”

Efendimiz(sav) bu sözün ardından şöyle buyurdu:

“Vallahî, hırsızlığı sabit olan Mahzum kabilesinden Fatıma değil, kızım Fatıma bile olsa, ayrım yapmaz ve cezasını verirdim!”

Haşa, muhal-farz böyle bir vak’a olduğunda Efendimiz (sav) gibi değil de şöyle de düşünebilirim:

“Hz. Fatıma, böyle bir olay yaptı ama bunu gizlemeliyiz. Duyulursa Müslümanlık bundan ciddi zarar görür. ‘Hz. Muhammed’in (sav) evinde hırsız çıktı’ falan derler. Aman kimse duymasın. İyisi mi bu olayı gizleyelim. Kendisine nasihat ederiz bir daha yapmaz.”

Böyle düşünmek bana makul ve mantıklı geliyorsa ben “Hakperest” olamam.

Niyetim “iyi” bile olsa siyasi düşünmüş olurum.

Pragmatik davranmış olurum.

Her şey olurum ama “Hakperest bir mümin” olamam.

Oysa islama asıl zarar verecek olan, suçları yargıya iletmek değil, bilakis gizlemektir.

Bu, kamu hukukunun söz konusu olduğu bir durumda “cürmü”, yeni ülkemizin “crime”ını halının altına süpürmek demektir.

Ve de Müslümanlığın köküne kibrit suyu dökmektir.

Kul hakkına giren, cari hukuka aykırı her ne varsa buna müdahale etmek bir “Hak perestliktir.”

Elimde müşahhas deliller varsa, kendimden eminsem yapmam gereken budur.

SÖYLENTİLER, İFTİRALAR…

Peki elimdeki deliller söylentiden ibaret, ispatı zor şeylerse…

O zaman ne yapmalıyım?

İfk hadisesini, Hz. Ayşe’ye (ra) iftira atılması olayını hatırlayalım.

Oldukça elim bir hadise.

Yeryüzündeki en iffetli insana şen’i bir iftira atılmıştır.

Bu iftira hızlıca yayılır. Sahabelerden bile buna katılan olur.

Hz. Aişe(ra) iftirayı çok sonra öğrenir. Ve öğrendiği zamanı söyle tasvir eder:

“Bunun üzerine, Mistah’ın annesi, iftiracıların söylediklerini bana teker teker anlattı. Hastalığım tekrar geri geldi. O kadar ağladım ki ağlamaktan ciğerlerim kopacak, parçalanacak sandım.”

Efendimiz’in,(sav) Hz. Aişe’yi tanıdığı kadar kim, bir başkasını tanıyabilir?

Kim bir başkasına kefil olabilir?

Ama Efendimiz (sav) hemen kefil olmuyor. “Hayır, boşverin bu dedikoduları, deli saçmalarını…” demiyor.

Hz. Aişe’nin, eşi olmasına ve en sevgili arkadaşı Hz. Ebubekir’in (ra) kızı olmasına rağmen hemen red etmiyor, araya mesafe koyuyordu. Belki de bu hadisenin Hz. Aişe’yi ulaştıracağı erişilmez makamı görüyor ve “sebeb”e saygı gösteriyordu.

“GİTMENDE BİR MAHZUR YOK”

Ağır hasta olduğunda hasta ziyaretine gittiğinde bile bu mesafeye dikkat etmişti. İsmini zikretmeden yanındakilere ‘Hastanız nasıldır?’ diye sormuştu.

Başka da hiçbir şey demeyince.

Hz. Âişe der ki:

“Artık kendimi tutamadım: -Yâ Resûlallah! Şimdiye kadar görmediğim eziyeti görüyor ve çekiyorum. Bana müsaade etsen de annemin evine gitsem. Hastalığıma orada bakılsa olmaz mı?”

Cevap Hz. Aişe için altından kalkılması zor bir cümledir: “Gitmende bir mahzur yok”

Efendimiz (sav) hadisenin aydınlanmasını, maddi sebeplerin hadiseyi çözmesini veya vahiy gelmesini bekliyordu.

BUGÜNE GELİRSEK

Herhangi bir iddia ortaya atıldığında iki ihtimal vardır.

Ya asılsızdır, yalandır. Veya doğrudur. Bunun ortası yok.

Efendimiz(sav), iddialar üzerine Hz. Aişe’ye dahi kefil olmazken biz 1000 cemaat mensubundan 1000’ine birden nasıl kefil olabiliriz?

Böylesi bir süreçte kefalet, bayağı sorumluluk isteyen bir cüret ve cesaret.

Milyonlara baliğ bir cemaate sızma girişimi olmamışsa bu, kendimizden şüphe etmemizi gerektirir. Devletin tüm imkanlarını kullanıp Hizmet’e açıktan saldıran bir güruhun perde ardında boş duracağını düşünmek hamakat olur.

Mutlaka sızma teşebbüsü olmuştur, oluyordur, olacaktır.

Bu, insan tabiatında var olan boşluğun gereği.

Hz. İsa’ya (as) ihanet eden şahıs, aynı sofrayı paylaştığı bir havarisiydi.

İddiaları ortaya atan Ahmet Dönmez 18 yıldır gazetecilik yapıyor. Yüzlerce haber yapmış. Bir kısmı manşet olmuş. Bunlar içinde biri bile tekzip edilmemiş. Bu haber ve yorumu da tekzip edilmedi. Bahsini ettiği şahıslar cevaplamaktan kaçınmış. Gazetecilikte görüş alınmak için aradığında cevap vermekten kaçınmak iddiayı destekleyici bir şüphe unsurudur.

Yine de bu temiz gazetecilik sicili, ona kefil olmamızı gerektirmez. Fakat en azından iddiaları ciddiye almamızı gerektirir.

Ki bu iddialar yalanlanmadığı gibi Hizmet Hareketi’nin tüzel sözcülüğünü yapan “Alliance for Shared Values”un (AfSV) açıklamasında özenli bir dille doğrulandı.

AfSV’nin açıklaması çok önemli bir milattır. Ve deklarasyondur:

“…Dolayısıyla kaynağı her ne olursa olsun, Hizmet hareketine ait krediyi kullanarak şiddet veya yasadışılığın herhangi bir şeklini içeren sözde talep ve ricayı taşıyan ve yayan kişilerin Hizmet Hareketi ile iltisakları hangi seviyede olursa olsun, mesajları da kendileri de reddolunmalıdır.”

Bu sözler, Hizmet’in gayri meşru teşebbüslere karşı en büyük sigortası sayılabilir.

KENARA ÇEKİLME ERDEMİ

Artık ayyuka çıkan bu tür iddiaların korkunçluğu birkaç şeyi gerekli kılıyor:

1- Bu tür bir durum yaşadığında, isnatlar veya iddialar büyük bir kitleyi zan altında bırakıyorsa bundan kurtulmak için hadise, detaylı olarak müşahhaslaştırmalı, kimler suçlanıyorsa görüşleri de alınarak zikredilmeli.

2- İddia sahipleri bu konuların gerçekliğine kanaat getirmişlerse -ki öyle- bunlar bulunulan ülkenin yargısına intikal ettirilmeli.

3- Bu tür isnadlarla karşı karşıya kalan insanlar, masumiyetlerine inanıyorlarsa bir müddet hiç olmazsa -teşbihte hata olmasın- Hz. Aişe(ra) gibi kenara çekilmeli, susmalı hadiselerin veya yargının kendilerini aklayacağı zamana kadar dinlenmeliler.

Bu, hepimiz için geçerli.

Eğer Hizmet’in kutsiyetini, onurunu düşünüyorsak, hakkımızda bir isnad varsa, ağır bir söylenti çıkmışsa ve mevzu ‘şu’yûu vukûundan beter’ bir hale gelmişse bir kenara çekilmeyi bilmemiz lazım.

Ben temizim, içim temiz ama üstüme zifos sıçramış, elbiselerime zift bulaşmış. Hizmet’in saffetine saygım varsa o ithamlarla ortalıkta dolaşmam. Masumiyetin kazandıracağı tevekkülle yargının veya zamanın veya kaderin beni aklamasını beklerim. Bu, hem Hizmet’e güveni artıracak hem de hakkımızdaki ithamları zamanın hükmüne bırakma rahatlığımızı ifade edecektir.

Hatta kenara çekilmemin doğru olup olmadığı konusunda endişe içinde isem sevdiğim ve güvendiğim “insan”a gidip “Gitmende bir mahzur yok” gibi bir cevabı alıp almayacağımı da kontrol edebilirim.

İddiamda samimi isem bunu yaparım. Ama Hizmet’in onuru değil de kendi onurum peşinde isem allem eder kallem eder keçi boynuzundan meşruiyet elde etmeye çalışırım. Fakat beyhude yorulur, aklanmaz, bilakis gittikçe kararırım.

Kabe’de poz veririm. Hacerü’l Esved’te selfi çekerim. En kutsi mahallerde görünürüm ama ne yazık ki bu tutumum iddiaları daha da güçlendirir.

DÜNYAYA “EL EMİN” MESAJI GÖTÜRÜRKEN…

Dünyaya açılım yaparken güven kazanmanın tek yolu şeffaf olabilmektir. Kirler ve kusurlarla açık yüreklilikle yüzleşebilmektir. Çünkü halının altına süpürülen her kir, zamanlar kokuşur, patlar ve sahibini yere baktırır. Cesaret ve hakperestlikle yüzleşilen kirleri ise kader mutlaka temizler.

Yeni yeni ülkelere gidiyor ve Efendimiz’in (sav) “Emin” oluşunu oralara taşıma iddiası taşıyorsam her şeyimle “Emin” olmak zorundayım.

“Temsil” konumunda bulunuyor ve bazı yanlarım bu iddiamı tekzip ediyorsa bana düşen arızalı ve kangren olmuş taraflarımı kesip atmaktır. Yoksa dünyaya “Emin” oluşu değil hastalıklarımı ve virüslerimi taşırım.

Dünyada şu kanaati oluşturmak o kadar önemli ki:

“Bunlara her şeyiyle güvenebiliriz. İçlerinden asayişe mugayir hareket eden çıkmaz. Çıksa bile onu kollamaz kendilerinden soyutlar, yargıya intikal ettirirler.”

Bu şeffafiyeti yakalamadan çevremizde, bulunduğumuz ülkelerde güven tesis edemeyiz.

Yenin içinde kalan her kol, bir süre sonra bünyeyi kötürümleştirecektir.

19 Kasım 2018 14:11
DİĞER HABERLER