İmâm-ı Rabbânî [Müceddîd-i elf-i sânî, Şeyh Ahmed-i Fârûkî Serhendî (k.s.) (1563-1624)’nin bireysel olarak yaşadığı ve bir “terbiye” metodu olarak gördüğü Cemâl’den Celâl’e geçişi, bugün bir bütün olarak Hizmet hareketi yaşamaktadır. Dün bireysel olarak yaşanılanlar bugün toplumsal olarak yaşanmaktadır. Dün bireyin terbiyesi söz konusu iken bugün bir hareketin terbiyesi söz konusu.
Bu geçiş süreci anormal değil, tamamen tabiî bir durumdur. Olması lazım gelendir yani. Daha sarîh ifadeyle; bu işin olmazsa olmazıdır. İnsanların garibine giden, “neler oluyor?” dedirten, belki Hareketin içindekilerin büyük bir kısmının bile “bunu da yapacak değiller ya. Bu yaptıkları yanlışları en kısa zamanda görüp tevbe edeceklerdir. ‘İnanan’ bir insanın bu kadarını yapması imkânsız” diyerek, büyüklerinin sözlerini tevil ve tefsir etmeleri, ayrıca daha önce bu tür durumlarla karşılaşmamış olmalarının bir sonucudur.
Hizmet hareketi genel yapısı itibari ile bir gençler topluluğu. Bu büyük kütle, henüz hayatın gerçeklerini idrak edemeden girmiş oldukları bu yolda büyük bir kısmı itibari ile hep işin sevgi, şefkat ve merhamet yönünü gördüler. Izdırap, fedakârlık, çile, işkence nedir bilmediler. Gittikleri her yerde Hocaefendi’nin kredisinden mütevellid ayakta karşılandılar, el üstünde tutuldular. “Halk”tan herkes memnun, herkes müsterih idi. Çocukları cemaatin dershanelerinde, okullarında okuyor, kimseye güvenemedikleri çocukları -özellikle kız çocukları- cemaatin yurtlarında kalıyordu.
Halk, “Hizmet” denilen yapıyı böyle tanıyor ve biliyordu. Hizmettekiler de “hizmet”in bu olduğunu ve yapmaya çalıştıkları işlerin hep böyle gideceği zehabına kapılmışlardı. Farklı bir şeyin olabileceğini, başlarından kızgın suların dökülebileceğini, evvelkiler gibi kendilerinin de benzer (bazı hususlarda daha fazla) zulümlere uğrayacaklarını görmüyor, tahmin etmiyorlardı. Görseler ve tahmin etseler bile “Bu kadarlık da yapmazlar canım” düşüncesinde ârâm eyliyorlardı.
Şimdi, makalenin girişinde değindiğim ve İmam Rabbânî hazretlerinin bir “terbiye” metodu olarak gördüğü Cemâl’den Celâl’e geçişi ile ilgili önemli bir alıntı yapmak istiyorum. Dönemin sosyal olayları, “devlet adamları” profili ve bugünlerle kıyas yapılabilmesi açısından alıntı biraz uzun tutuldu. Alıntı yapacağım yer de önemli; kendilerini İmam Rabbânî’ye nispet eden ve fakat Cemaat’e düşmanlıkta sınır tanımayan Türkiye Gazetesi “camiası”nın neşrettiği Evliyâlar Ansiklopedisi’nden. “İmam Rabbânî” maddesinde şu pasajlara yer verilmiş:
“İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin dîne yıllarca yaptığı bu büyük hizmetleri ve sağlam, iknâ edici delillerle kendilerinin çürütüldüklerini gören bâzı sapık kimseler ona cephe aldılar ve iftirâ etmeye başladılar. O zamanın sultânı Selîm Cihangir Hân’ın devlet adamları, hattâ büyük veziri, baş müftîsi ve etrâfındakiler Ehl-i Sünnet düşmanı idiler. Hâlbuki İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin birçok mektûpları ve bilhassa ayrıca yazdığı “Redd-i Revâfid” risâlesi, Eshâb-ı Kirâm düşmanlarını reddetmekte, câhil, ahmak ve alçak olduklarını anlatmaktadır. İmâm-ı Rabbânî bu risâlesini Buhârâ’da bulunan en büyük Özbek hânı Abdullah-ı Cengizî Hân’a yollamıştı. ‘Bunu İran’da, Şah Abbâs-ı Safevî’ye gösterin! Kabûl ederse ne iyi, etmezse onunla harb caiz olur’ demişti. Kabûl etmedi. Harb oldu. Abdullah Hân, Hirât’ı ve Horasan’daki şehirleri aldı. Buralarını yüz sene evvel Safevîler almıştı. İşte bundan sonra, Hindistan’daki bozuk fırkalar, Eshâb-ı Kirâm düşmanları elele verdiler. Sultâna gidip İmâm-ı Rabbânî hazretleri hakkında çeşitli iftiralarda bulunarak şikâyet ettiler. Sultan, oğlu Şah Cihân’ı gönderip, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini, evlâdlarını ve yetiştirdiği talebelerini çağırıp, hepsini öldürmeye karar verdi. Bunun üzerine Şah Cihan, bir müftî ile yanına gitti. Sultâna secde caiz olduğunu gösteren bir fetvâyı da götürdü. İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) üstünlüğünü biliyordu. “Babama secde edersen seni kurtarabilirim” deyince, İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu fetvânın zarûret zamanında izin olduğunu, azîmet ve din bütünlüğünün secde etmemek olduğunu, ecel gelince, ölümden hiçbir şeyin kurtaramayacağını söyledi ve secde etmeyi kabûl etmedi. Çocuklarını ve talebelerini bırakıp sultâna yalnız gitti. Kendisine yapılan iftiralara karşı sultana o kadar güzel ve doyurucu cevap verdi ki, sultan yüksek hakîkatleri anlayabilecek birisi olmadığı hâlde, neş'elendi ve serbest bırakıp özür diledi. Hattâ, sultâna kendisine yapılan iftiraların asılsız olduğunu açık delîllerle anlatırken, orada bulunan ateşe tapıcı Hindûların büyük bir kumandanı, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin dinde olan kuvvetini, sözlerini, lezzet ve kıymetini görerek müslüman oldu.
Sultânın ikna olduğunu, kendi uğraşmalarının boş olduğunu gören iftiracı sapıklar; “Bunun adamları çoktur. Sözleri bütün memlekette yürürlüktedir. Bunu serbest bırakırsak bir karışıklık çıkabilir” diyerek, uzun konuşmalardan sonra sultânı aldattılar. Sultan, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin, memleketin en sağlam ve korkunç kalesi olan Güwalyar Kalesi’ne hapsedilmesini emretti ve hapsedildi.
Bu hâdiseye çok üzülen talebeleri sultâna isyan etmek istediler. Bunu yapabilecek güçte idiler. Fakat İmâm-ı Rabbânî hazretleri onları rü'yâlarında ve uyanık iken bu işten men etti. Sultâna hayır duâ etmelerini emredip; “Sultânı incitmek bütün insanlara zarar verir” buyurdu. Kendisi de sultâna hep hayır duâ ediyordu. Sultânın veziri, koyu bir muhalif olduğundan, zindanda, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin başına kardeşini ta’yin etmiş ve çok şiddetli davranmasını emretmişti. Bu görevli ise ondan çeşitli kerâmetler, üzülmek yerine heybet, sabır ve hattâ neş'e görerek tövbe etti. Bozuk i’tikâdını terk edip Ehl-i Sünneti seçti ve onun hâlis talebelerinden oldu. Kalede hapis bulunan binlerce kâfir, onun bereketi ve sohbetleri ile müslüman olmakla şereflendiler. Birçok günahkâr tövbe etti. Hattâ ba’zıları yüksek âlim oldu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri hapiste üç sene kaldıktan sonra, sultan yaptığına pişman oldu. Hapisten çıkarıp ikram ve ihsân eyledi. Hattâ hâlis talebesinden ve sâdık dostlarından oldu. Bir müddet, asker arasında kalmasını istedi. Sonra serbest bırakıp, hürmetle vatanına gönderdi. Hapisteki bu sıkıntılardan ve uğradığı dertlerden sonra, evvelce bulundukları hâllerin ve makâmların binlerce üstünde derecelere yükselmiş olarak memleketine döndü.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri daha önceleri; ‘Yetiştiğim derecelerin üstünde, daha çok makamlar vardır. Onlara yükselmek celâl sıfatı ile, sert terbiye edilmekle olabilir. Şimdiye kadar cemal sıfatı ile okşanarak terbiye edildim’ buyurmuştu. Talebesinden bir kısmına; ‘Elli ile altmış arasında üzerime dertler, belâlar yağacak’ buyurmuştu. Buyurduğu gibi oldu. O makamlara da yükselmek nasîb oldu.”
İmam Rabbânî ile ilgili yukarıda yazılanların bugünlerle kıyasını okuyucuya bırakarak önemli gördüğüm bir hakikati ifade etmekte fayda mülahaza ediyorum: Evet, bu cemaat, 17-25’e gelinceye kadar genel olarak hep Cemâl’le terbiye edildi; gerek halk katında gerekse Hak katında üstün mertebelere ulaştı. Ancak âhir zamanda yüklenmiş olduğu sahabe misyonunu tam edâ edebilmesi için çok daha üstün makamlara ulaşması lazımdı. Onlara yükselmek ise Cemâl sıfatı ile değil, Celâl sıfatı ile, yani sert terbiye edilmekle mümkün olabilirdi, ki şimdilerde Cemaat, Celâl sıfatının terbiyesi altında seyrini devam ettirmektedir. Yapılan bunca cevr ü cefâya -hikmetin ve fiiliyatın diğer yönleri mahfuz- bu çerçeveden bakmak gerekir.
Hülâsa; Celâl’le terbiye edilmek demek; hakikatin, hakkaniyetin, lütuf ve inayetin cemaatin tarafında olduğuna en büyük delildir. Küresel çaptaki problemlerle uğraşacakların “kendi” insanı ile küçük bir tecrübesidir. Vesselâm.