Cennete tünel kazan adam: Uğur Abdürrezzak

Bu yazıyı, Ahmet Dönmez beyin; hicret niyetiyle yola çıkan ve geçici hayatları Meriç’te son bulan Abdurrezak ailesi hakkındaki yazısından esinlenerek yazıyorum. Esin kaynağı olduğu için kendisine teşekkür ediyorum.
Ali Galip (Uğur Abdürrezzak’ın koğuş arkadaşı)- Tr724.com


Bizim için Medrese-i Yusufiye (M.Y) olan o mekânlarda 18 ay yaşamayı Rabbim bana da lütfetti. O süreçte beraber oldum, Uğur Abdurrezzak’la. Malum, “tünel kazmak” içerdekilere çok cazip gelen bir deyim. Modern cezaevlerinde ise pek kullanılabilecek bir metot değil. Buna rağmen, bize esin kaynağı oldu; dedik ki, “dünyaya çıkmak için tünel kazamıyoruz, bari burayı Cennet’e giden bir tünele çevirmenin yollarını arayalım”. Böylece bu deyim kullanılmaya başlandı aramızda.

İyi de “tünel kazmak” bir ekip işi, öyle herkesle yola çıkamazsınız, hele hele tek başınıza bunu başarmanız hiç mümkün değil. Koğuştaki herkes bir şeyler yapıyor, kimi Kur’an okuyor, bilmeyen okumayı öğreniyor, namazlar cemaatle kılınıyor, cevşenler, hatimler, tefsirler, risaleler, günde yarım cüz okuyan da var, üç cüz okuyan da. Teheccüde kalkanlar yarıdan fazla, şahsi duaların yanında, her gece, hatim duasıyla beraber topluca dualar ediliyor, topluca âminler söyleniyor.

Benim için Ağustos 2016’da başlayan bu sürece arada bir katılmalar oluyor, her gelen bu “tünel açma çalışmalarına” dâhil oluyor, katkıda bulunuyor. Bunların her birisi tek tek yazılmayı hak etse de Uğur Abdürrezzak endeksli olarak arada onlardan da bahsetmiş oluruz inşallah. Uğur hoca, ki biz ona hem öğretmenliğinden hem de dindarlığından olsa gerek, “hoca” diye hitap ediyorduk, bu faaliyetlere sanırım Aralık sonu veya Ocak 2017 başlarında katıldı. Sürece ciddi katılımları oldu, bunda şüphe yok. Anlatınca, siz de bana katılacaksınız inşallah.

Bizim camiada çok iyi bilinse de, biraz M.Y. şartlarından bahsetmeliyim. Zira oradaki şartlar bilinmeyince, anlatılanlar da tam yerine oturmuyor.

Ben dört ayrı koğuşta kaldım, gelen giden, yüzden fazla kişiyle tanışma imkânı oldu. Çok farklı kesimlerden insanla tanıştım. Kurmay albayından hâkim savcısına, vali yardımcısından kaymakamına, pazarcılık yapanından,  barda bodyguardlık yapanına, öğretmeninden polis memuruna, esnafından emniyet müdürüne, onlarca meslekten insan. Dar bir alanda, birkaç günde herkes birbirini ismen tanıyor, mesleğini öğreniyor ama kimse kimsenin hayatını bilmiyor, önceden tanımıyorsa tabii. Açık veya kapalı görüşlerde, o kısa sürelerde aileleri görebiliyorsunuz ama çocukların adını bile öğrenemiyorsunuz. Zaten çoğu zaman söyleyeceğiniz şeyleri bile unutuyorsunuz. Bazen unutmamak için peçeteye not yazıyorsunuz, o bile ‘zalim’in yasak duvarına çarpıyor. Görüşlere kâğıt kalem götürmek yasaktı, hala öyledir herhalde.

İlk altı ay boyunca genellikle gelenler oluyordu; medrese eğitimine katılanlar oluyordu ama pek mezun veremiyorduk. Mezun olanlar da sanırım ya “itirafçı” denilen sınıftandı ya da yüce devletimizin bilgi sızdırmak için görevlendirdiği GS’lerdendi. Ben koğuşa 17. kişi olarak girdim, yatsı vakti. Sabah iki kişi daha, derken 10-15 gün içinde 25 kişi olunca, 12 kişilik koğuşa sığmaz olduk. Koğuşumuz değişti, yeni koğuş azıcık daha büyüktü Allah’tan, biraz rahatladık. Zira yatma düzeni traji komikti; 6 ranzada 12 kişi yatıyor normalde. Geri kalan 13 kişiyi, yatak serip yere yatırsanız yer yok. Ranzalar birleştirildi, yataklar yan yana serildi ve iki yatağa 3 kişi yatmaya başladı. 4-5 kişi de alt katta mutfakta yere yatak serip yatıyordu ama gece namaza kalkılınca, yavaş yavaş yataklar kaldırılıyor, namazdan sonra tekrar uyunuyordu.

Yeni koğuşta da benzeri bir sistem kuruldu, zira namaz kılmak için yer kalmıyordu. Güzel tarafı, herkes tıkış tıkış da olsa üst kata sığdırılmıştı. Gene ranzalar ikişerli grup yapılmış, altta ve üstte üçer kişi yatıyor, bir iki yaşlıya tek kişilik ranza veriliyor, geri kalan büyük çoğunluk bu şekilde uyuyordu. Yani istifleme usulu, bebeklerin yan yana konulması gibi, nasıl yattıysanız öyle kalkıyorsunuz, kendi battaniyenize sarılıyorsunuz, yandakiyle doğrudan vücut teması yok.

‘Koğuşa uğur getirir İnşallah’

Uğur Abdurrezzak’ın bize katıldığı gün, güzel tevafuk, bir Uğur daha geldi. Herkes, “koğuşa uğur getirir İnşallah” dedi. Yaşları itibariyle onları sıfatlandırdık, büyük Uğur, küçük Uğur. Abdürrezzak yaşça genç olduğundan küçük Uğur olmak ona nasip olmuştu. Küçük Uğur için, iki kişilik yatağa üçüncü kişi olarak sıkışmak zor olmadı zira vücudu da küçüktü, zayıftı. Ama büyük Uğur için biraz zor oldu zira o vücutça biraz büyüktü.



Ben daha ilk günden, ikisine de takıldım: “Demek ki siz her gün 2-3 saatinizi dua ve ibadete ayırmadınız ki Rabbim sizi buraya gönderdi. Zira böyle bir tavsiye duymuştum.” dedim. Uğur, “haklısınız abi, herhalde öyle oldu” diye tepki verdi. Bu ilk tepki bile bana çok pozitif gelmişti. Medresenin havasına olumlu katkılarda bulunacağını hissederek, daha ilk günden iyi bir diyalog kurmuştuk. “Dert etme, burada vakit çok, İnşaallah 3-4 saatten de fazla dua ve ibadet edersiniz” diye de ekledim. Neyse, zaten bu koğuşta, mevcut düzene göre, ağırlıklı olarak ibadet ediliyordu. Okumalar da iyi idi ama iş gece ibadetlerine, gece hayatına gelince biraz zayıf kalıyordu, bana göre tabii.

Daha ilk geceden teheccüt namazına en erken kalkanlar kervanına katılmıştı Uğur hoca. Gece kalkanlar için bir kalkış zinciri oluşmuştu. Bazı arkadaşlar, gece 2-3’e kadar zaten yatmıyordu. Onlardan birisi yatarken beni kaldırıyor, ben de bir müddet sonra Uğur hocayı kaldırıyorum, o da diğerlerini sırasıyla, zira tek wc var, herkesi aynı anda kaldıramazsınız.

Uğur hoca bir ara, “beni dürterek kaldırmayın, çok irkiliyorum, rahatsız oluyorum, sadece adımı söyleyin, ben kalkarım” dediği için artık onu kaldırırken, fısıltıyla “Uğur hocam” demek yeter olmuştu. Bu arada, M.Y.de fısıldaşarak konuşmaya dikkat etmek gerekiyor, hele gece herkes uyurken.

Teheccüt namazları bitince, sabah namazına 10-15 dakika kala cemaatle hacet namazı kılıyoruz. Sabah vakti girince de namazı hemen kılıp tesbihatı da sesli yapıp yatıyoruz. Ancak imam selam verince, cemaat fire vermeye başlıyor, derken tesbihatın sonunda 5-6 kişi kalıyoruz, Uğur hoca daima onlar arasında olurdu. Zaten bir müddet sonra, “sabah namazının tesbihatçısı” görevini deruhte etti.

Sonra ikinci cemaat kalkıyor, onlar geç kalkanlar, geç yatanlar, bir cemaat daha oluyor. Sabah namazlarında iki imam iki de cemaat oluyordu yani.

Medresede çok yoğun bir hayat var; mali işler, idari işler, ibadet, dua vs. Yeme içme zaten olağan. Daha ilk günlerden başlayarak Uğur hoca ibadet işlerinde görev almaya başladı, hem sesi gür ve berraktı, tesbihatı da ezbere biliyordu. Çoğu zaman o okuyor biz de onu takip ediyorduk. Onun sesine ayak uyduruyorduk yani. Ancak o da haliyle yoruluyordu, bir müddet sonra, namaz tesbihatları bölüşüldü. Yukarda dediğim gibi, ona sabah tesbihatı düştü. Şöyle bir usul geliştirdik; tesbihatı herkes birlikte seslendirince, ses ve ritim karışıyordu. Tek bir kişi yapıyor, dua kısmına iştirak ediyorduk.

Uğur hoca, bir müddet sonra koğuşun okuma listesini de düzenlemeye başladı, sanırım başka bir arkadaşla beraber. Özellikle hatim okurken, günlük okunacak surelerin karışmamasına çok dikkat ediyorduk zira her gün 2-3 hatim okunuyordu, özellikle ilk 5-6 ayda. Sonra meal de okunsun, biraz azaltalım tartışması oldu. Sanırım 2 hatime indirilip meal okumanın önü açıldı.

O koğuşta iyi bir düzen oturtulmuştu. Namazlar hep tesbihatlıydı ve cemaatle kılındı, namaz kılmayanlar bile bu düzene ayak uyduruyorlardı. Ezan biter bitmez cemaat hazır oluyordu. Sabah namazından sonra malum, “Huvellahullezi..” okunuyor, öğlenden sonra Fetih, ikindiden sonra Amme, akşamdan sonra yine Huvellahullezi, ve yatsıdan sonra Mülk suresi okunuyor, hatim duası ve sonrasında Amenerresu ile gün sona eriyordu. Bu işler de bölünmüştü, kimin ne okuyacağı belliydi yani. Cevat hocanın tabiriyle, aramızda, “Amenerresulu memuru”, “Huvellahullezi memuru”, “Fetih memuru” gibi unvanlar kullanılır olmuştu.


Sorun olmasın diye kapağı yırtılmış Kur’an meali

Bir de, öğlen namazından sonra “Efendimizi’in (sav) Hayatı”ndan okunuyor, ikindiden sonra Kur’an meali, Suat Yıldırım’ın mealinden. Onu da rahmetli Uğur’a rahmetli eşi getirmiş, kitabın kapağını da yırtmış ki, kabulde sorun olmasın. Her gün iki sayfa meal okunuyordu ama kendi aramızda sürekli müzakere ediyorduk. Kendisi İngilizce öğretmeni olduğundan, tercümenin ne demek olduğunu biliyordu. Bir arkadaş İngilizce meal bulmuştu, onunla ders yapıyorlar, yatsı namazından sonra müzakere ediyorlardı. İngilizce bildiğimden bana da sordukları oluyordu.

M.Y. deyince, “koğuş” ve “koğuş ağalığı” akla gelir ya. Bizde ağalık tam bir angarya oluyor, her işe ağa koşuşturuyor. Duyduğumuza ve Kemal Sunal filmlerinden hatırladığımıza göre, diğer koğuşlarda koğuş ağası herkesi haraca bağlıyor, adamları var, astığı astık, kestiği kestik yani. Bu bağlamda, bizim de yöneticiye, vaya organizatöre ihtiyacımız olduğundan, orda da bir işbölümü yapılması gerekti. Mali işlere bir-iki kişi bakıyor, sebze meyve işlerine bir başka kişi, temizlik vs görevlisi, derken koğuşta bir “Üçlü yönetim” oluştu. Bunlardan birisi de rahmetli Uğur hoca oldu. Bu üç kişi, koğuş halkından gelen talepleri değerlendiriyor, bir karar alınması gerekirse alıp, ahaliye de ilan ediyor. Sonra da yazıp ilan panosuna asıyor. Diyelim ki “uyku saati”, “sessizlik saati”, yemek saati gibi konularda yeni bir karar alınıyor ve herkese duyuruluyor gibi. Bu üçlünün sözcüsü de Uğur hoca, belki de sesinin tokluğundan ve çok sevildiğinden böyle bir karar alındı. Zira kararlar herkesin her zaman hoşlanacağı türden olmayabiliyordu.

“Hapis yata yata biter”

Bu söz çok tekrarlanan bir sözdü aramızda. Ama günler geçiyor, beklediğimiz tahliyeler gelmiyor, gidenlerin yerine de hep yenileri geliyor. Ortalama 25 kişiyi pek aşağı düşmüyoruz. Böyle, sıkıntıların daha çok hissedildiği bir dönemde, bari günlerimizi iyi değerlendirelim, “Kur’an ezberleyim”, diye birbirimizi teşvik ettik. Önce ben Faruk’la başladım, sonra Akın katıldı, sonra İsmail, sonra Sait ve derken Uğur hoca. Önce Fetih suresini ezberleyelim dedik. Zira hergün onlarca kez okuyanlar var, birçoğunu zaten ezbere biliyoruz. Benim ve Abdülkerim hocanın ranzasında buluşuyoruz. Alt kattayız, birinci sayfa, ikinci sayfa derken bir hafta on gün içinde 5-6 arkadaş Fetih suresini ezberledi ve artık nafile namazlarda okumaya başladı. Uğur hoca en hızlı ezberleyenlerden oldu. Cesareti de iyi olunca, belki de yabancı dil çalışmanın da katkısıyla çok iyi ezberledi. Artık öğlen namazlarından sonra, ezberden herkesin huzurunda Fetih okuyabilecek duruma gelmişti.

Koğuş ahalisinin en zevkle yaptığı işlerden birisi de bahçe tabir edilen o dar alanda voleybol oynamaktı. Ben, yaşım itibariyle ve de hayat tarzım gereği pek katılmadım ama Uğur hoca hep aranan ve istenen adam olurdu. Spor için iyi bir vesile oluyordu.

Kış aylarında imsak ve güneşin doğuşu geç olduğunda, namazdan sonra uyumaz, kahvaltı hazırlar, beni de davet ederdi. Koğuş kurallarına göre, kahvaltı toplu yapılmıyordu. Birkaç grup oluşmuştu. Onun da mantıklı gerekçeleri vardı, kimisi benim gibi et-sucuk yemiyor, kimisi Faruk gibi tahin pekmez yemiyor, bu sefer ortak malzeme konusunda anlaşmazlıklar çıkabiliyordu. Zevklere ve tercihlere göre gruplar oluşmuştu. Bense grupsuz kalmış birkaç kişiden biriydim. Bunun birkaç sebebi vardı ama özellikle bari medresede az yiyelim, mütevazi yiyelim ekolünden olduğum için olabilir. Bir de hep kilo sorunum olduğundan, kontrol amaçlı böyle yapıyordum. Bir de yalnız olunca, herkes sizi davet ediyor, hep misafir muamelesi görüyorsunuz, beleşçilik işte. Uğur hoca da her seferinde beni davet ediyordu, çoğunu reddetsem de bazen katılıyordum. O da benim zeytin-ekmek yememe takmıştı: az bir ekmeğin içine 7-8 zeytin koyup öyle yiyorum, o da gülüyor. Niye her lokmaya bir zeytin koymuyorsun, diye. İyi de diyorum, bizim fakirlik zamanımızda, hele öğrenci iken, bir çeyrek ekmek alacak paramız olmazdı, olsa da zeytin alıp içine koyamaz, onun yerine bakkaldan rica ederdik de, ekmeğin ortasına, zeytin suyu damlatırdı. Şimdi o günleri de hatırlamış oluyorum, derdim. “İyi de abi, o kadar zeytini bulabiliyor muydun ki” diye de takılırdı. Tamam da çok zeytin buldum diye, çok ekmek yemek zorunda değilim ki diyordum, ben de.

Uğur hoca da benim gibi neskafe klasik tiryakisi idi ve çayını ince belli bardakta içmeye devam edenlerdendi. Malum, M. Y. ortamı, 25-29 kişiye, ince belli mini bardakla çay yetiştirmek mümkün mü? Bunun üzerine artık çoğunluk su bardağı ile çay içmeyi tercih etti. 1-2 bardak yetiyordu. Yıkaması da kolaydı. Ben bir ara, okuduğum bir kitaptan ve “Müslümanın tiryakiliği olmaz” sözünden etkilenerek nescafe klasiki bıraktım. Artık içmiyordum ve aklıma bile getirmemeye çalışıyordum. Bir amacım da, sigara tiryakilerini anlamaktı. Maalesef her koğuşta 3-5 tane çıkıyordu da. Neyse, Uğur hoca zeki ve ince ruhlu olduğundan, kendisi içerken, arada bir,  bir küçük bardakla bana da kahve yapar ve içine süt katarak ikram ederdi ve “abi, bu senin sözünü bozmaz, zira bu sütlü sense sade kahveyi bıraktın” diye takılırdı. Ben de her seferinde ikramını reddetmezdim.

Pazartesi-Perşembe oruçlarını hiç kaçırdığına şahit olmadım

Pazartesi ve Perşembe oruçlarının yanında, kefaret orucu, kaza orucu, nafile oruç tutanlar eksik olmadığından, ne gün olursa olsun, koğuşta her gün 3-5 oruçlu mutlaka oluyordu. Uğur hocanın bünyesi zayıftı ama Pazartesi-Perşembe oruçlarını hiç kaçırdığına şahit olmadım.

Dedim ya, “Cennet’e tünel kazılıyordu” ve herkes en iyi olduğu yöntemle katkıda bulunuyordu.

Benim gibi “karamsar ve mükemmeliyetçi tipler” için Uğur hoca gibiler, azınlıkta olsalar da, imdada yetişiyor ve “onun gibi insanların gittiği yol yanlış olamaz”, dedirtiyordu. Maalesef çok müdahaleci ve eleştirel bir yanım hep sıkıntı oldu, benim için de tabii koğuştakiler için de. Yine sağolsun, imdata yetişenlerden birisi oldu hep Uğur hoca. Canımın sıkıldığını hisseder etmez, yanıma gelir, “abi, gene bir şeye mi kızdın” der, rahatlatmak için mutlaka bir şeyler yapardı. Zaten “farkında olması” yetiyordu.

Koğuşta, alt kat tv seyredenlere, üst kat ise daha çok ibadet edenlere hizmet ediyordu. Üst kattakiler, çaylarını alıp, yere gazetelerini serip, ikramlarını da getiriyor, güzel bir sohbet ortamı oluyordu. Çayları doldurup servis yapmak, çoğu zaman ona düşüyordu. Bir müddet sonra, bu saate planlı sohbetler eklendi; kimi Risalelerden, kim Ruhu’l Beyan’dan, kimi Kur’an mealinden hazırladığı hususları herkesle paylaşıyordu.

Daha çok şey anlatılabilir, hatıra çok. Ancak, Uğur hoca ile geçirdiğim son gece ve günü anlatarak bağlamak istiyorum:

2 Kasım 2017 Perşembeyi Cumaya bağlayan gece, yatsı namazından sonra, koğuşun tamamı üst katta toplandı, yukarda bahsettiğim “Üçlü”nün aldığı kararlar okundu. Tabii her zamanki gibi, kararları Uğur hoca okudu, izah etti. Usulumüze göre, kararlar okunurken müdahale edilmiyor, sadece dinlenip, varsa bir itiraz, daha sonra yönetime şahsen başvuruluyordu.  Zira çok tartışma çıkıyor, kırgınlıklar olabiliyordu. Buna rağmen, bir arkadaşımız, müdahale etti ve biraz da kırıcı ifadeler kullandı ama Uğur hoca her zamanki gibi sabırlı, istifini bozmadı. Ben ondan daha çok kızdım ama, arkadaşımızın psikolojik sıkıntıları olduğundan, ben de sessiz kaldım.

‘Haksıza öncelik verin, zira haklı adil ve insaflı olur’

Neyse, sabah oldu, ilk fırsatta Uğur hocayı teselli edeyim, Üstad Hazretlerinin, Lahikalarda anlattığı ve Rusya’da, Kosturma’da uyguladığını belirttiği prensibi hatırlatayım, diye fırsat kolluyorum. Ama daracık alan, o kadar insan arasında yalnız kalmak zor. O koğuşta baştan beri Cuma namazları kılınıyordu. Cuma namazına doğru, abdest tazelemek amacıyla lavaboya gittim, çıktığımda, baktım Uğur hoca yalnız ve abdest alıyor. Ben de fırsatı değerlendirerek, “bu arkadaşa kızma, sıkıntıları var, hem Üstadımız da, kampta bir sorun olduğunda haksıza öncelik verin, zira haklı adil ve insaflı olur, onu daha kolay ikna edersiniz, diyor”, kabilinden teselli etmeye çalıştım. O da “abi, ben zaten ona hiç kızmadım, onu da anlıyorum, müebbet ceza aldı, ne zaman çıkacağı belli değil” filan diyerek, o beni teselli etti.

Derken Cuma namazını kıldık, saat 15.30 sularında aşağı indim, basit bir kap-kaçak yüzünden, o arkadaşla ben tartıştım. O da aşırı tepki verdi, o anda Uğur hoca aramıza girdi. Derken iş büyüdü, gardiyanlar geldi, ikimizi de alıp götürdüler, ifademizi almaya. Ve beni o koğuştan başka koğuşa verdiler. İşte Uğur hocayı son görüşüm, son konuşmam o gün oldu.

Yaklaşık 3 ay sonra tahliye oldum. İçerde de dışarıda da haber dinlemediğimden, gazete vs okumadığımdan, güncel olaylardan haberim olmuyordu. Bir gün kızım, “baba, üzücü bir haber var, seni üzmek istemem ama belki tanıyorsundur, sizin cezaevinde kalmış birisi Meriç’te ailecek kaza geçirmiş” deyince, önce “yakalanmışlar” sandım. “Yok, bot devrilmiş, maalasef kurtulan olmamış” diyerek adını söyledi. Birkaç hafta sonra da, ortak bir arkadaşa rastladım, o biraz daha ayrıntılı anlattı. Zira ben de biliyordum, daha iddianamesi bile yoktu, hangi ara çıktı ve hicret etmeye karar verdi, diye şaşırmıştık.

Uğur hocanın aklıma, hayalime gelmediği bir gün bilmiyorum

O gün bugündür, Uğur hocanın aklıma, hayalime gelmediği bir gün bilmiyorum. Zira ya namaz kılarken, ya tesbihat yaparken, ya Kuran okurken, bir daha onun sesini bu dünyada duyamayacak olmanın ızdırabı ve yol açtığı hasretle yaşarken, 9 Eylül Pazar günü, ilk kez ziyaret ettiğim Tr724 sitesinde, Ahmet Dönmez beyin yazısıyla karşılaştım. Gözyaşlarıyla okuduğum yazının altına duygu ve düşüncelerimi ekledim. Sonra da bu satırları yazmama vesile oldu.



Yazının üslubu çok dokunaklı, benim aklıma ise, Üstadın anlattığı medrese talebesi geldi; hani ölüyor ama şehit hükmünde, kendini hala medresede sanıyor. Melekler, “Men Rabbuke?” diye soruyor, o da, “Men, mübteda, Rabbuke ise haberidir” diye, medrese usulu cevap veriyor. Zannım ve temennim odur ki, inşallah Uğur hoca ve eşi hanımefendi de şehitler kervanına katılmışlar ve kendi dünyalarında, hizmet etmeye devam ediyorlardır. Bunu bana düşündürten bir unsur da, bu Ağustos başlarında gördüğüm bir rüya oldu:

“Sabah namazını kılıp yatmıştım, muhtemelen yine Uğur hocayı hatırımdan geçirmiş olabilirim. Köyümüzdeki mezara birini gömüyoruz, ama cesedi mezara değil de, toprak seviyesine koymuşuz. Ben de kürekle toprak atanlardanım, bunu fark edince, “böyle olmaz, bu cenaze az eşelense dışarı çıkar” diye itiraz ediyorum. Herkes hak veriyor, cenazeyle uğraşırken, bir de bakıyorum, yanında da aynı şekilde gömülmüş birisi daha var. Yahu, bunu da böyle gömmüşler, böyle mezar mı olur diye yine itiraz ediyorum ve mezarı azıcık eşeleyince, orda yatanın nefes aldığını fark ediyorum. Yahu bu ölmemiş, çabuk çıkarın bunu diye eşelemeyi artırıyorum. O da ne? Aman Allahım, bu Uğur hoca, bunu ölmeden buraya kim gömmüş diyerek yine bağırıyorum, bir yandan da onu tutup kaldırıp kendisine sarılıyorum, o da elimi sıkıyor, sıkıca. O anda uyandım, adeta Uğur hocanın ruhu yanımda, kendisi ziyaretime gelmiş gibi hissettim ve aklıma ilk gelen şey, bana demek istedi ki, “abi üzülme, ben yaşıyorum”.

Kaderi değiştirmek mümkün değil, Takdir-i İlahi böyle. Şimdi, onun ve eşinin şehit olduğunu Yüce Rabbimden umarak, şefaatlerine nail olmakla teselli bulmaya çalışıyorum. Hani “Cennet’e tünel kazıyorduk ya”, demek ki diyorum, Uğur hoca meğer en önde imiş, Cennet’e ulaşır ulaşmaz, eşini ve çocuklarını da yanına almış. Bir daha dünyanın meşgaleleri ile uğraşmak mecburiyetinde bırakmamış Rabbim onu. Ha, bir teselli kaynağımız da, (muhakkak gaybı ancak Allah Teala bilir),  “Cennet’e bir tanıdık gönderdik inşallah, o da bizi unutmaz”. Hani insanlar gurbete gidiyor, iş tutturunca tanıdıklarını, sevdiklerini de yanına almaya çalışıyor ya, işte o kabilden, bize de yol açılır inşallah.
15 Eylül 2018 12:15
DİĞER HABERLER