Bugüne kadar mânevî havası ve ledünnî zevkleriyle pek çok feyizli makam gördüm…
Abdullah Aymaz - Samanyoluhaber.com
1966 sonbaharı, okullar yeni açılmış. İzmir İmam-Hatip ve İlahiyatta Talebe Yetiştirme Yurdunun talebeleri okuldan gelmiş ve Kestanepazarı Yurdunun sınıflarında mütalaadalar… Yurt Müdürü, Müdürlük binasının önünde sandalyede oturuyor. Karşısında da iki misafiri var. Birisi resmi kıyafetli bir üsteğmen. Meşrep muhalefetiyle Yurt Müdürümüze saldırdılar, bir de gidip, yurtta nurculuk yapıyor diye polis karakolunda şikayette bulundular… Bu talihsiz olaydan beş-altı gün önce rüyamda bir şeyler görmüştüm. Hatta Hocamızın karakola gidişini de görmüştüm… Ama ya gidiş veya dönüş sırasında bir köprüden geçerken Hocaefendinin secdeye kapanıp salavatlar getirerek Cenab-ı Hakka öyle bir yakarışı vardı ki, “Allah! Allah! Hocamızın Peygamber Efendimize (S.A.S.) ne kadar da çok sevgisi ve saygısı var!” dedim. Bu husus, sünnete bağlılığında İslamiyeti hassas yaşayışında kendisini zaten gösteriyordu. Seneler sonra yazdığı “Ravza” yazısında da bu derin sevgi ve engin saygı apaçık görülmekte:
“Bahçe mânasına gelen Ravza; inanmış insanların mukaddes şeylere karşı duydukları alâka, bu alâkadan kaynaklanan duygu, düşünce ve tasavvurların sürekli değişen telakkilerle, sanat-metâf-ı kudsiyan (kudsilerin çevresinde dönüp durduğu yer) mülahazaları içinde ötedenberi bir çeper ve bir surla sınırlandırılmaya çalışılmış hazîratü’l-kuds’tur (tasavvurlar üstü bir cennet bahçesidir).
“Bu mübarek mekân, hürmet hissi ve sanat telakkisiyle defalarca zarf değiştirmiş… dış nakışlarıyla tekrar ber tekrar oynanmış, ama katiyyen gönüller âlemiyle alâkalı ruh ve mânasına ilişilmemiş ve ilişilememiştir.
“Sahibin ruhuna doğru parçalanmış sineler gibi aralanan kapılar veya onun ruhundan insanlığa açılan menfezlerin çokluğu gibi, Ravza-i Tâhirenin de pek çok kapısı vardır. Bu kapılar arasında en namlısı da şair Nâbî merhumun: “Felek mâh-ı nev-bâbü’s-selamın sîne çâkıdır’ sözüyle anlattığı ‘Bâbü’s-selam: Selam kapısı’dır.’ Selam verip bu kutlu kapıdan içeriye girenler, iki adım ötede Gönüllerin Efendisiyle (S.A.S.) karşılaşacaklarmış gibi bir ruh hâleti hissederler. Hisseder ve âdeta kendilerini bir kısım farklı esintilere salmış gibi olurlar.
“Peygamber huzurunda bulunmanın vakar, ciddiyet ve temkiniyle, namaz kılan, dua eden, salat ve selam okuyan Hakk aşığı gönül erlerinin safları arasında, tıpkı nurlu bir koridorda yürüyor gibi, ışık alarak, aşk ve şevkle dolu olarak Muvâcehe’ye (Kıble tarafından Efendinizin nuf-efşan kabrini çevreleyen mübarek parmaklıklara) doğru ilerleyen uyanık bir insan, her adım başı, akla-hayale gelmedik süprizlerle karşılaşacağı hissiyle ilerler. Hele Muvâce hele Muvâcehe… Oraya ulaşan nezih ruhlar, artık gözleri hiçbir şey görmüyor gibi, sadece O’nu anar ve inler, sadece O’nun hayale ve misâliyle teselli olurlar. Hele bir de daha önceden hazırlanmış ve hayalinde birkaç defa o eşiğe baş koyup vicdanının derinliği ve gönlünün sınırsızlığıyla oraya varmışsa… doğrusu öyle bir tabloyu tasvir için sözün nutku tutulur ve beyan, aczini ifâdeden başka kelime bulamaz…
“İnsan, daha çok hüzünle gülümseyen bir yüze benzeteceği, mübarek Merkâd’in kıble cihetindeki sütrenin önüne varınca, ümid ve amel heyecanıyla çırpınıp duran yüzlerce âşık ruhla karşılaşır. Bu alabildiğine yeşil ve sihirli nur iklimi, derecesine göre hemen herkese, bir başka âlemin kapısının önünde bulunma hissini verir. Öyle ki, muvaceheye ulaşan her âşık ruh, bir iki kadem ötede sevgisiyle buluşacakmış gibi his ve heyecanla köpürür ve vicdanında aşk ve şevkin kalem ve mürekkep görmemiş besteleri duyulmaya başlar. Derken, o altın ikliminin sesleri, sözleri görüntüleri binbir tedâî (çağrışım) ile onun bütün benliğini sarar ve onu zaman-üstü sırlı bir kuşağa çeker götürür. Bu kuşağa ulaşan herkes, bugünü dünle, dünü de Dost’un ışık çağıyla bir arada idrâk eder ve onun meclisinden sızıp gelen en mahrem fısıltıları duyar ve kendinden geçer…
“Ravzâ-i Tahire karşısında hayat, hep bir hülyâ ve rüya gibi yaşanır. Bütün bütün ona sırtını dönmeyen hemen her ruh, onun elinden aşk şarabı içmiş, mest olup kendinden geçmiş gibi, bir türlü bu sihirli âleminden ayrılmak istemez. Burada fikirler durur, ruhlar duyguların tesirine girer ve bütün gönülleri bir vuslat arzusunu sarar. Burada, insanın içinde birer çiçek gibi açan mahrem hülyâlar, âdeta insana Cennet bahçelerinin hazlarını ve cennetliklerin neşe ve huzurunu tattırır gibi olur. Burası, hassas ruhların hülyalarına matkap salmak için, Kudret eliyle tâ ezelden planlanıp kurulmuş ve hisleri, istekleri, sevgileri tutuşturan, besteleyip mırıldanan, dünyada, gökler ötesinin bir uzantısı gibidir. Burada kendini inanç buudlu tasavvurların rengin ve zengin iklimine salabilenler, uçsuz-bucaksız hülyalara dalar yaşadıkları hayatın içinde bir sır, bir hafî, bir ahfâ (ince, hassas duygular) yolcusu gibi çok defa bizim için gizli kalan insanoğlunun asıl benliğini teşkil eden bir başka ‘ben’in var olduğunu duyarlar. Âdeta, şehâdet âleminin, ince tenteneli perdesi delinip de, herşeyin hakikatıyla beraber insanın özü de meydana çıkmış… dolayısıyla herkes kendini uhrevileşmiş gibi hisseder ve öbür âlemin âhengine uyar ve kendini Firdevsî hazlar içinde bulur.
“Burada duvarlar, sütunlar ve aşk matkaplarıyla oyulmuş gibi görünen kubbeler, hatta döşemeler, sergiler hemen herşey, mâvi, yeşil, sarı her rengin nazlı çiçeklerini andırır mâhiyette, güzelliklerin en derinliklerine açılmış yaşıyor gibidir…
“Zaten her zaman nezih bir ruha benzetebileceğimiz Merkad ve Yeşil Kubbe, ışıkların duygu ve düşünce dünyalarındaki, derinliklerle yanyana gelince, öyle muammâlaşır ki, insan bulunduğu yeri Cennet’ten kopup gelmiş bir parça sanır.
“Bugüne kadar mânevî havası ve ledünnî zevkleriyle pek çok feyizli makam gördüm… bir hayli mübarek mahalleri müşahede fırsatını buldum. Ama bunlar arasında, ruhumda en derin izler bırakan Peygamber (S.A.S.) köyü –o köyün izleri ebedlere kadar gönüllerimizde yaşasın- olmuştur. Ruhum o beldeyi her zaman bir ‘dâü’s-sılâ’ hasretiyle kucaklamıştır. Kucaklarken de ‘işte bir avuç toprağını cihanlara değiştirmeyeceğim beldeler beldesi’ demiş içimi çekmişimdir.” (M. Fethullah Gülen, Zamanın Altın Dilimi)
Bugünlerde Çağlayan Dergisinde de yazdığı naatlar ile de Hocamız bu sevgi ve saygıyı pekiştirmeye devam ediyor ve inşaallah böylece de devam edecek…