Çoban Çeşmeleri

"Yine o bahçeyi, yine o çeşmeyi ve yine o çeşmenin gövdesindeki o yazıyı hatırladım. Mihrabın üzerinde bir hilal gibi duran ayeti, duvarda bir altın kolye gibi duran Ebubekir, Ömer, Osman Ali levhalarını hatırladım. Yazanları minnetle andım. "
“Ve sakahüm Rabbühüm şaraben tahura”

Yaz kapıda…
Uzun zamandan beri dün, ilk defa dışarı çıktım. 
Hava soğuktu.
Üzerime kalın bir şey almak zorunda kaldım.
Kuzey'in bu soğuk ülkesinde bahar bizi yine ıskaladı.
Manevi iklimlerin bahar mevsimi ise dolu dolu geçiyor.
Programların en coşkulusu galiba mukabeleler… 
Dün yirmi dokuzuncu cüzü okuduk.
Cehennem tasvirlerinin ürperticiliği yanında, muhteşem cennet tasvirlerinin yer aldığı ayetleri okuduk.
Dün yine Dehr Suresi’ndeki o ayet gülümsedi gözlerimin içine.
“Ve sakahüm Rabbühüm şaraben tahura”

Yine o bahçeyi, yine o çeşmeyi ve yine o çeşmenin gövdesindeki o yazıyı hatırladım. Mihrabın üzerinde bir hilal gibi duran ayeti, duvarda bir altın kolye gibi duran Ebubekir, Ömer, Osman Ali levhalarını hatırladım. Yazanları minnetle andım. 
Duvarlarımızı süsleyen hatların ne kadar değerli olduğunu bir kere daha anladım.

Bu Ramazan, mukabelelerin manevi havasında, uzak yakın dostlarla hasret gidermeye de vesile oldu. 
Ekranlar cıvıl cıvıldı…
Uzun zamandan beri özlediğimiz yüzleri görmenin sevinci doldu içimize.
İftarlar, teravihler, sahurlar ise biraz daha garip geçti.
Çoğu kere bir veya iki kişi ile yaptığımız iftar ve sahurların, kıldığımız teravihlerin de kendince bir tadı var elbette.
Evlerimize misafir kabul edemesek de, Ramazan boyunca komşularımız evlerinde ve ellerinde olanı karıncalar gibi birbirlerine taşıdılar. 
Ezan sesi duyulmasa da, kapımızın zili iftar vakitlerinde çaldı durdu. İftar topu patlamasa da sanki kardeşlerimizin cömertlik duyguları patlamıştı.
Maharetli karşı komşumuzun hemen her iftar vakti bir sakalı şerif titizliği ile sarıp sarmalayıp getirdiği sıcacık susamlı pideler unutulur gibi değil.
Üst komşumuz kadim dostum, kırk yıllık dava arkadaşımın hemen her iftar vakti elinde üstü özenle örtülü bir tabakta getirdiği tatlılar, gökten inen kutsal helvaları andırıyordu.
Yan komşumuzun arada bir yaprak motifli cam tabakta sunduğu kıymalı pideler de usta ve maharetli ellerin eseri idi.
Mekke’de en yakınlarının bile kapılarını kendilerine kapattığı insanlara, ensarın kapılarını ardına kadar açmaları karşısında, Hazreti Fatıma annemizin dediği gibi, insanın bu kadar güzel komşuları olunca hicretin yükü hafifliyor, gurbetin kahrı kolaylaşıyor.
Ve bu akşam son teravihi kılacağız. 
Son on beş günden beri gökteki ay, eksile eksile kendini yedi bitirdi.
Hatimleri, teravihleri, tekbirleri, sahurları, salavatları özleyeceğiz. Son teravih kılınırken, son cüz okunurken sanki bütün damarlarımızdan, bütün hücrelerimizden canımız çekiliyor gibi olacak yine.
Bir daha kavuşur muyuz, bilemiyoruz.  
Dün Mülk Suresi ile başlayan mukabelemizi okurken bir ayet elimden tutup yine çocukluğumun Ramazanlarına alıp götürdü beni. 
“Ve sakahüm Rabbühüm şaraben tahura”
Ağabeyimle ikimiz köydeki mütevazı mabedin en körpe müdavimlerindendik.
O yıllarda köyümüz bir su cenneti idi.
Her mahallenin bir çeşmesi vardı.
Kuyular bereketle dolar, pınarlar bereketle taşardı. 
Köyümüzü komşu köylere bağlayan yollar üzerinde de çoban çeşmeleri bulunurdu.
Koyunlarımızı, kuzularımızı suladığımız, kana kana avuçladığımız, buz gibi suyunu terli yüzümüze çaldığımız çoban çeşmeleri…
Kimse görmese, kimse uğramasa da öylece kendi başlarına akar dururlardı. 
Bir yolcu yanlarına uğradığında, suyunu avuçladığında mutlulukları şırıltılarına yansırdı. 
Bazen kilim motiflerinin en güzel desenleri ile dokunmuş olan çoban çantamızdan ekmeğimizi, soğanımızı çıkarır çoban çeşmelerinin başında yerdik. 
O dakikalarda, onlar bize en tatlı su musikileriyle eşlik ederdi.
Çeşme başları köy hayatının merkezi gibiydi. Sürekli bir hareketlilik olurdu. Hayvanlarını sulayanlar, evine su taşıyanlar, çamaşır yıkayanlar. 
Onlar da bu hareketlilikten mutlu olurlardı. 
Bilhassa baharda coşardı çeşmeler.  Geniş oluklarını doldura doldura ışıltıyla akarlardı. 
Çeşmelere yakın evlerde anneler çocuklarını geceye bir ninni gibi yayılan su şırıltıları ile uyuturdu.
Su sesleri, gecenin en ıssız dilimlerine tatlı bir su senfonisi gibi çağıl çağıl dökülürdü. 
Sesleri, yüzyıllardır yüzleri ve gönülleri serinletirdi.
Bilhassa Yukarı Çeşme’nin suyu çok leziz ve tatlıydı.
Yetişkin kızlar, gün batımlarında ellerinde kırmızı testilerle suya gelirlerdi. Sıra sıra gelirlerdi.
Başlarında al al yazmaları, üzerlerinde allı, mavili, bindallı elbiseleriyle gelirlerdi.
Güneşin son kızıllıkları elbiselerinin kıvrımlarında oynaşır, yüzlerindeki utangaç allıklarla aksederdi.
Çeşme başında bekleşirler, eğleşirler, şakalaşırlardı.
Koca oluktan akan buz gibi suyun şırıltısında, çeşme başı muhabbeti yaparlardı.
Sonra yine omuzlarında buz gibi su dolu testilerle sıra sıra tutarlardı evlerinin yolunu.
Hürmete layık birini gördüklerinde yolunu kesip geçmezler, beklerlerdi.
Kızlarımızın yüzünde kırmızılaşan hayâmız vardı.
Bu çeşmelerden biri köyün tam ortasındaydı. Mütevazı köy camisinin hemen yanı başındaydı. Diğer çeşmeler gibi bunun da dikdörtgen prizma şeklinde üç metreye yakın görkemli bir gövdesi vardı. Çatısı kırmızı kiremit döşeli idi. Sanki hepsi aynı ustanın elinden çıkmış gibiydi. 
İlginçtir ki köyün ortasındaki bu çeşme çift olukluydu. Ama oluklar yan yan değildi. Biri çeşmenin ön tarafında diğeri arka yüzündeydi. Öndeki oluk köyün tamamına, biraz yüksekçe bir bahçe duvarı ile çevrili olan mabede, cami avlusuna bakan yüzü ise sadece cami cemaatine ve caminin cennet bahçesine hizmet veriyordu.
Cemaatten bazıları gürül gürül akan bu oluktan abdestini alırlardı. 
Buz gibi suyu yüzlerine vurduklarında dudaklarından dökülen şehadet kelimeleri yoldan geçenler tarafından duyulurdu. 
Köyün maneviyat merkezi olan mabedin bahçesi çok güzeldi.
Bilhassa bahar ve yaz aylarında cennet bahçesi gibi olurdu.
Köyün hocası Mehmet Efendi bedii zevkleri olan bir insandı. Köyün hem hocası, hem terzisi hem sıhhiye memuruydu. Arıcılık da yapardı. Elinden her iş gelirdi. Bağ bahçe işlerinden de anlardı. 
Caminin bahçesine ayrı bir özen gösterirdi.
Burası, iri yaprakların gölgesine gizlenmiş ışıklı üzümleriyle, bodur servileri, kasımpatıları, şebsefaları, sardunyaları, gün batımından sonra buram buram kokan baygın ıhlamurları, şırıl şırıl akan şadırvanıyla, çiçekten çiçeğe kona arıları ve kelebekleri ile cennet bahçesi gibiydi.
Her ne vakit buraya girsem kendimi cennet bahçesinde gibi hissederdim. Çeşmenin bahçe tarafına bakan gövdesinde Arapça “Ve sakahüm Rabbühüm şaraben tahura” yazıyordu.
İlk zamanlar bu yazının ne anlama geldiğini bilmiyordum. Sonraları bunun, “Cennette Rableri onlara tertemiz içecekler sunar” anlamına geldiğini öğrendim.
Kur’an okurken her ne vakit bu ayetle karşılaşsam beni çocukluğumun o cennet hatıralarına alır götürür. 
Dün de öyle oldu.  
Dehr Suresi okunurken “Ve sakahüm Rabbühüm şaraben tahura” ayeti yine gülümsedi gözlerimin içine.
Hayalen gittim yine köyümün çeşmelerine. 
Buz gibi sularından içtim.
Ufuktan ufuğa uzanan köy yollarındaki çoban çeşmelerini selamladım.
Dağ başlarında bir başına akıp duran çoban çeşmeleri hala garip yolcularına su vermeye devam ediyorlar mı acaba?
Yoksa sürülerin çobanları sürgünde ya da hapiste diye onlarda mı küstü?
Bayram yakın… 
Hem de çok yakın…
Sevinin Yusuflar…
Sevinin çoban çeşmeleri…

22 Mayıs 2020 17:50
DİĞER HABERLER