Orgeneral İlker Başbuğ 2009'un Nisan ayında, Genelkurmay Başkanı olur olmaz Türkiye'nin önde gelen gazetecilerini toplayıp geniş katılımlı bir basın toplantısı düzenlemişti.
Ben de 17 Nisan tarihinde, o basın toplantısından sonra köşelerde çıkan yorumları eleştiren "Çıtayı nereye koyacağız" başlıklı bir yazı yazmıştım. Önce o uyarı yazısını okuyalım; sonra da bu yazıyı neden hatırlattığımı özetleyeceğim.
Çıtayı nereye koyacağız?
"Genelkurmay Başkanı Başbuğ'un konuşma metnini beğenenler var; hiç beğenmeyenler var; geçmişe göre büyük ilerleme olarak görenler var; eskiden kimilerinin yaptığı gibi azarlamadığı, tehditler savurmadığı için sevinenler var.
Sanırım burada asıl mesele 'Çıtayı nereye koyacağız' sorusuna verilen cevapta yatıyor. Bir Genelkurmay Başkanı'nın büyük bir tantanayla toplantı düzenleyip, ülkenin bütün gazetecilerini karşısına alıp Türkiye'nin bütün temel politikaları hakkında ordunun 'görüşlerini' dikte etmesini, dikte edilen o görüşlerin kimisinde geçmişe göre yumuşama var, diye olumlu mu bulacağız?
Kimse kusura bakmasın ama benim çıtam hep kendimce ideal olan yerde durmaya devam edecek. Mesela, generallerin bana ülke sevgisini bir vatandaşlık görevi olarak yükleyen konuşmalar yapmalarını asla kabul etmeyeceğim. Üst kimlikten ne anlamam gerektiğini, ulus devletin geleceğinin ne olacağını, affın çıkıp çıkmayacağını bana dikte etmesini hiçbir zaman normal karşılamayacağım. Kendileri için kendi kafalarına göre bir özerklik alanı belirleyip bana dayattıklarında kaale almayacağım, demokrasinin bildik sınırlarını savunmaya devam edeceğim.
Eğer Genelkurmay Başkanı, herhangi bir sivil kuruluşun düzenlediği bir panele konuşmacı-tartışmacı olarak katılsaydı, o zaman durum farklı olurdu. Bu entelektüel zeminde isteyen onunla postmodernizmi de Weber'i de Huntington'ı da tartışırdı. Ama bugün sözünü ettiğimiz toplantının zemini bu değildir. Bu zeminde onunla siyasi-ideolojik polemiğe girmek, bu fikirlerin o zeminde ifade edilmesini meşrulaştırmaya yarar.
Aslına bakarsanız Genelkurmay Başkanı'nın basına ve kamuoyuna böyle geniş katılımlı bir açıklama toplantısı yapması çoktandır son derece acil ve gerekli hale gelmişti. Ama bu toplantının bambaşka bir gündemle yapılması gerekiyordu.
Düşünün ki, bir dönemin askeri görevlileri tarafından işkence edilip öldürülmüş insanların kemikleriyle yüzleştiğimiz günlerden geçiyoruz. Missing filmini aratmayan sahneler anlatıyor kimi tanıklar: Helikopterden canlı canlı insan atılma iddialarıyla uykularımız kaçıyor. Binlerce faili meçhul ceset yeraltında gün ışığına çıkarılmayı bekliyor. Ordu mahfillerinde darbeci kliklerin cirit attıklarını, genelkurmay başkanlarına suikast planları yaptıklarını öğreniyoruz.
Kamuoyu aylardır böylesine tüyler ürpertici bir dehşet filmini izlemekteyken Genelkurmay'ın yapması gereken şey Atatürkçülüğün ne olup ne olmadığını bize öğretmeye kalkmak mıdır; yoksa şu JİTEM cinayetleri ile ilgili ne yaptığını, ne ettiğini, ne düşündüğünü artık açıklamak mıdır?
Biz şu anda Genelkurmay Başkanımızın ulus devlete bakışını değil, Sarıkız ve Ayışığı darbe teşebbüslerinin tekrarlamaması için ne gibi tedbirler aldığını merak ediyoruz. JİTEM'i inkâra devam edip etmediklerini, Abdülkadir Aygan'ın ifadesi hakkında ne düşündüklerini öğrenmek istiyoruz. Bundan böyle ordu deposundaki silahların kanlı provokasyon eylemlerinde kullanılmasının önüne geçmek için neler yaptıklarını açıklamalarını bekliyoruz.
Kürt sorununun siyasi çözümü hakkındaki fikirlerini değil, Güçlükonak katliamı ile ilgili görüşlerini merak ediyoruz.
Realiteden bahsediyor kimileri... Bu ülkede ordunun siyaset üzerindeki hegemonyası bir realiteyse, bu realite yokmuş gibi düşünemezsin, davranamazsın, diyor.
Peki, ya bu realitenin değişmesini istiyorsan ne yaparsın?
Beklentilerimizin sınırlarını verili koşullarla sınırlamak, o realiteyi yeniden ve yeniden üretmekten başka bir işe yaramaz. Gerçekçi olmak adı altında, işlerin başka türlü de olabileceğini düşünmemiz kısıtlanır. Ayakları yere basmak adına, bugünkü düzenin bütün koşullarını 'veri' kabul etmemize ve çözüm önerilerimizi böyle bir önkabul üzerine oturtmamıza yol açar. Bu, insan zihnine kurulmuş müthiş bir tuzaktır ve unutmayalım ki tarih boyunca bu tuzağa düşen nice parlak zihin olmuştur."
Bugün yine aynı soru
Son günlerde basında benzer bir tartışmaya tanık olduk. Yeni Genelkurmay Başkanı Özel'in Fikret Bila'ya verdiği demeçte "Anadilde eğitime karşı olduğunu" belirtmesi bazı meslektaşlarımız tarafından "Bu kadar kusur kadı kızında da bulunur" hoşgörüsüyle karşılandı. Kimileri de "Söylüyor ama hiçbir etkisi olmuyor, o zaman sorun yok" gibi bir mantık yürüttü.
Bense yine aynı şeyi soruyorum: Çıtayı nereye koyacağız?