Ne protesto hakkı ne de kitlelerin protesto hakkından mahrum bırakılması sanıldığı gibi yeni bir konudur
CUMA KARAMAN
İnsan ve hayvan haklarını savunmak, çevre kirliğine ve doğanın tahribine karşı çıkmak insani bir sorumluluktur. İnsanlar kötü yönetime karşı fikir ve düşünceleriyle muhalefet etme hakkına sahip oldukları gibi yürüyüş ve protesto hakkınada sahiptirler. Konuya İslami açıdan bakacak olursak bu tür eylemler, iyilikleri yaymak ve yaşatmak, kötülüklerden ise nehyetmek amaçlı eylemler olarak görülebilir. Bu da dinin inananlarına verdiği hem bir hak hem de önemli bir sorumluluktur.
Hal böyle olduğu halde, İslam coğrafyasındaki demokratik niteliklerden mahrum birçok yönetim bu hakları engellemeye çalışarak çeşitli huzursuzluklara, gerginliklere ve çatışmalara sebebiyet vermektedir. Demokratik Batı toplumlarında ise, diğer birçok haklarda olduğu gibi, yürüme ve protesto hakkı yasal güvenceler altına alınmıştır. Bir gerilim ve çatışma konusu olmaktan çıkarılmıştır. Böylece, kitleler bir konuyu veya sorunu gündeme getirmek istediklerinde yürüme ve protesto haklarını rahatlıkla kullanabilmektedirler. Bizimkisi gibi geri kalmış veya bırakılmış toplumlarda yasalar halkın ihtiyaç ve taleplerine göre değil, egemen kesimlerin ihtiyaçlarına göre yapıldığı için diğer birçok hakka sahip olamadıkları gibi kitleler maalesef bu hakka da sahip olamıyor.
Halbuki ne protesto hakkı ne de kitlelerin protesto hakkından mahrum bırakılması sanıldığı gibi yeni bir konudur. Tarihte bu konudaki tartışmaların pek çok örneğine rastlamak mümkündür. Mesela, yaşadığı devrin muktedirlerinin fikir hürriyetini ve protesto hakkını yasaklamalarına karşı mezhep imamlarından Ebu Hanife Hazretleri, fikir ve ifade hürriyetinden yana bir tavır almıştır. Kötü yönetime karşı halkın tenkitlerinin, eleştirilerinin ve hatta haklı gerekçelerle hakaretlerinin meşru olduğunu savunan Ebu Hanife, şiddete yönelmediği ve silah kullanılmadığı müddetçe protestoları cezayı gerektirecek fiiller arasında saymamıştır. Hatta fiiliyata dökülmediği müddetçe şiddet kullanma tehdidini bile bu kapsama almıştır.
Ebu Hanife bu görüşüne delil olarak Hz. Ali’nin (r.a) hilafeti döneminde Küfe’de vuku bulan bir olayı göstermektedir: Hz.Ali (r.a) Küfe’de bulunduğu bir sırada pazar yerinde 5 şahıs kendisine alenen küfretmiş, içlerinden birisiyse daha da ileri gidip Hz. Ali’yi (r.a) ölümle tehdit etmişti. Bu şahıslar derhal yakalanmış ve Halife’nin huzuruna getirilmişlerdir. Devlet reisine sövmek ve ölüm tehdidinde bulunmakla suçlanmışlardır. Hz. Ali (r.a) ise yakalanan bu 5 kişinin derhal salıverilmelerini buyurmuştur. “Ama bunlar size hakaret ettiler” denildiğinde ise, cevap olarak “isterseniz siz de onlara hakaret edebilirsiniz” diye karşılık vermiştir. “Sizi öldürmeye niyetli olanı da mı bırakalım?” dediklerindeyse Hz. Ali “böyle söylediği için bu adamı öldürmemi mi istiyorsunuz?” diye mukabelede bulunmuştur.
Ebu Hanife’nin verdiği diğer bir örnek ise, Hz. Ali yönetimine muhalif olan Hariciler hakkındadır. Hz. Ali (r.a) silaha sarılmadıkları müddetçe Haricilerin mescide gelmelerinin önünde bir mâni olmadığını ve fethedilen topraklar üzerindeki haklardan kendilerinin mahrum edilemeyeceklerini beyan etmiştir.
Bu iki olay bize fikir ve ifade hürriyetinin alanın ne kadar geniş olduğunu ve bu hakların İslam’da ne kadar önemli olduğunu açıkça göstermektedir. Hal böyleyken, günümüz İslam ülkelerinin, fikir ve ifade hürriyeti bakımından acınası bir durumda olduklarını ve 1400 yıl önceki ilk Müslümanların fersah fersah gerisinde kaldıklarını üzülerek görmekteyiz.
Bu konuda bir diğer örnek olarak da Hicret’in 148. senesinde Musul halkının devrin Halifesi Mansur’a karşı ayaklanması gösterilebilir. Halife Mansur ayaklanmayı bastırdıktan sonra halka dönmüş ve eğer böyle bir şeye bir daha teşebbüs ederlerse şehri tarumar edeceğini, ayaklanmaya katılanların kanlarını ve mallarını helal sayacağını ilan etmişti. Bu tehdide rağmen halk tekrar ayaklanınca Halife Mansur, Ebu Hanife hazretlerinin de aralarında bulunduğu dönemin meşhur fakihlerini toplamış, ayaklanan halkın mal ve canlarının helal olacağına dair onlardan fetva istemişti. Fakihlerin ekser kısmı,“Şanınıza yakışan onları affetmektir, ama cezalandırma yine de Halife hazretlerin bileceği bir iştir” demişlerdi. Ebu Hanife Hazretleri ise toplantı boyunca susmayı tercih etmişti. Halife Mansur ona dönerek “Siz ne buyurursunuz?” diye sorunca Ebu Hanife, “Kendilerine helal olmayan bir şeyi Musul halkına şart koşmuşsunuz,” diyerek Halife’nin tavrının doğru olmadığını söylemiştir. Bu sözlere çok içerleyen Mansur, daha sonra Ebu Hanife’yi huzuruna çağırmış ve ondan isyancıları cesaretlendireceği gerekçesiyle bu fikirlerini her yerde söylememesini istemiştir.
İmam Ebu Yusuf da Kitabü’l-Haraç isimli eserinde fikir ve ifade hürriyeti konusunda Ebu Hanife hazretlerinin görüşlerine benzer görüşler dile getirmektedir. Ebu Yusuf’a göre mahkemeler, hükümlerin tam bir tarafsızlık içinde adaletle verildiği yerler olmalıdır. Masum insanları cezalandırmak nasıl bir adaletsizlikse suçluların cezasız kalması da aynı şekilde adaletsizliktir. Şüphe üzerine hüküm bina edilemeyeceği için şüpheye dayalı olarak ceza da verilmemelidir. Şahitsiz, ispatsız, delilsiz mücerret ithamlar üzerine herhangi bir kişi tevkif edilemez. Ebu Yusuf, ayrıca, kendilerine suç isnat edilenlerin mahkemelerinin tutuksuz yapılmasını, ancak suçları sabit olunca tevkif edilmeleri gerektiğini savunur. Hüküm verecek mercilerin kapılarının tüm müdahalelere ve etkilere kapalı olmasına vurgu yaparken, haklarında hüküm verilecek kimsenin ırkına, inancına ve statüsüne asla bakılmaması gerektiğine dikkat çeker.
İyiliği ve doğruluğu temsil etme iddiasındaki insanların ana gayesi faziletli ve erdemli bir toplum, adil bir nizam ve hak üzerine kurulmuş bir düzen kurmak olmalıdır. Zaten ilahi kitaplar da bize tüm peygamberlerin hakkı temsil ve insanlar arasında adaleti tesis için gönderildiklerini yazar. İnsanlığa birer rol model olan bu peygamberler, hak ve adaletten zerre miskal sapmadıklarını ve her işlerinde hakkı üstün tuttuklarını davranışlarıyla ortaya koymuşlardır. Konuyla ilgili ayetler ve hadisler, bu durumu çok açık bir şekilde gözler önüne sermektedir. İslam fukahası da bu konuları en ince detaylarına kadar incelemiş ve gerekli hükümleri çıkarmıştır. Bizlere düşense bu hükümleri çağın şartlarına göre yeniden yorumlamak ve uygulanabilir hale getirmektir.
Öte yandan, Hilfü’l Fudul cemiyeti zulme karşı hakkı ve adaleti savunanların kendi aralarında ittifak etmelerine çok önemli bir örnek teşkil etmektedir. Peygamberliği öncesinde Hz. Muhammed (sav) de mazlumların hakkını korumak için kurulan bu cemiyetin en genç üyesiydi. Kendisine peygamberlik geldikten sonra “şayet bugün böyle bir cemiyet olsa ve çağrılsa yine üye olacağını” ifade buyurması bizlere toplum olarak aramızdaki ayrılıkları bir kenara bırakıp zulme ve zalime karşı birlikte ve bir kurumsallık içinde mücadele etmenin önemini hatırlatmaktadır. Bugün zulme ve zalimlere karşı mücadele eden tüm sivil toplum girişimlerinin ve kuruluşlarının oynadıkları bu tarihi rolle Hilfü’l Fudul cemiyetinin bir devamı niteliğinde olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.