Materyalist felsefecilerin uluhiyet inancına yönelik itirazlarının ilmi bir geçerliliği olmadığı gibi getirdikleri deliller de ilmin gerçeklerine uymamaktadır.
CUMA KARAMAN- SAMANYOLUHABER.COM
Materyalist felsefecilerin uluhiyet inancına yönelik itirazlarının ilmi bir geçerliliği olmadığı gibi getirdikleri deliller de ilmin gerçeklerine uymamaktadır. Zira bu düşünürler ruhun (hayatın) ruhsuz maddeden neşet ettiğini ve ilmin de şuursuz bir varlıktan meydana geldiğini iddia ederler. Bu yaklaşım, düşüncenin düşüncesiz varlıktan gelmesini iddia etmek gibidir. Dolayısıyla da ilmin hakikatine aykırı, temelsiz ve delilsiz görüşlerdir. Çünkü, şuursuz tabiatı şuurlu varlıkların yaratıcısı olarak görmek isbat-ı vacib delillerine bütünüyle terstir ve ilmin mantık ölçülerine uymaz.
Materyalizm düşüncesine şöyle bir göz atacak olursak, kainattaki her şeyin maddeden ibaret olduğunu savunduğunu görürüz. Bu anlayış, beş duyu ile tecrübe edilenler dışında hiçbir şeyin varlığını kabul etmez. Dolayısıyla tanrı, vahiy, ahiret vb. gibi inançları kategorik olarak rededer ve birer yanılgıdan ibaret görür.
“Uluhiyet” düşüncesi ise tecrübeye dayalı maddi gerçeği kabul etmekle beraber yaratılış hususunda bir yaratıcı olarak Tanrı’nın varlığını esas alır. Bu düşünceye göre madde manayı yaratamaz, madde gibi mananın da başka bir yaratıcısı olduğuna inanılır. Yani din, madde ve maddi delillerle izahı mümkün olmayan inancın adı olduğu gibi maddeye değer kazandıran ve doğru tasarrufunu sağlayan sistemin de adıdır.
Bu konuda işin paradoksal tarafı ise, materyalist düşüncedekilerin madde dışında bir varlığa inanmamalarına rağmen ruhun varlığını inkâr edememeleri ve hatta bazılarının ruh çağırma toplantılarına bile katılmalarıdır. Oysaki ruhun varlığını kabul, bizi tüm varlıkların maddeden ibaret olmadığı, madde ötesi alemlerin ve varlıkların bulunduğu gerçeğine götürür. Kaldı ki, mevzu insan olduğunda insanın mana yönü, maddi varlığının önünde yer alır. Maddenin kıymet ve değeri maddenin kendisine içkinken insanın asıl kıymeti mana boyutundadır.
Bu konuda Muhammed Ferîd Vecdî’nin el-Vecdiyyât: Makâmâtu Muhammed Ferîd Vecdî adlı eserinde, hayali kahramanlarından Mösyö Legrand’ın düşüncelerine getirdiği eleştiriler dikkate değerdir: “İnsan, var olduğundan beri bu mekanik düzene boyun eğip sınırlı, maddi ihtiyaçlarını karşılamakla yetinseydi, ahlaki açıdan maymunlardan üstün olmazdı.” (Bkz. Çil, Fatma Hayrünnisa. (2016). “Muhammed Ferîd Vecdî’nin Makâmelerinde Ahlâkî ve Sosyal Konular.” Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi. Cilt 18, Sayı 33, s.143-169.) Böylece Vecdî, insanın tabiat düzenine boyun eğmeyerek ahlakı ortaya çıkardığını ve hayvanlara ait iç güdülerin tesirinden çıkarak hiçbir varlığın sahip olmadığı ilmi gelişmeleri gerçekleştirdiğini ortaya koyar. Ve insan sahip olduğu istidad ve kabiliyetler sayesinde hayalin bile erişemeyeceği bir kemale erişir; yeryüzünü halden hale sokar ve imar eder. Ama, maalesef, yeryüzünün tahrip ve tağyiri de yine insanın elleriyle olur.
İlim ve bilimin ilerlemesi evrendeki düzen ve ahengin aşkın bir ilim ve kudretin eseri olduğu gerçeğinin daha iyi anlaşılmasını sağlarken, öyle inanıyorum ki, bu alandaki gelişmelerle ortaya çıkacak yeni deliller uluhiyet inancını daha da pekiştirecektir. Zaten insan dehasının kâinat düzeninin ihtişamı karşında hayrette kalmaması imkansızdır. Bu muhteşem varlığın geçici bir süreliğine var olacak kısa bir hayat için olmadığı ise aşikardır.
Öte yandan, inancın manevi olarak insana sağladığı iç huzurunu ve güveni maddi varlıkların asla sağlayamayacağınıda biliyoruz. Şayet inanma duygusu olmazsa elinden kayıp gidenleri görmek insanın kalbini ciddi yaralar, tüm varlığının da kendisiyle birlikte yok olacağı düşüncesi henüz hayattayken ölüp ölüp diriltir. İnanan insan ise, her şeyin bu geçici hayattan ibaret olmadığını bilir, rahat eder. İnsan ruhu, ancak, yok olmayacağını ve ölüm ötesi hayatı kabul ettiği zaman teskin olur ve huzur bulur.
Dahası hayata sadece materyalist bir pencereden bakıldığında herhangi bir ideal uğruna mücadele vermenin bile hiçbir manası kalmaz. İnsanı insan yapan değerler erozyona uğrar, “nasıl olsa diriliş yok, ahiret yok, hesap yok, ceza-mükafat yok, Cennet-Cehennem yok, bu alemin bir sahibi yok” düşüncesiyle ne yaparsa yapsın yanına kâr kalacağı düşüncesi dünyayı kasıp kavurur, yaşanmaz hale getirir. Böyle bir dünyada hak değil, güç hâkim olur. Hayat güçlünün zayıfı ezdiği bir cidalden (kavgadan) ibaret olacağı için zayıf ve güçsüzlerin muktedirlerden hak talebinde bulunmalarının zemini ortadan kalkar.
Yine de şunu ilave etmeliyim ki, gerçek mutluluk madde ile mananın beraberliğindedir. Madde ve mana ancak beraber ele alındığı zamandır ki insanın hem iç dünyası hemde dış dünyası huzura ve mutluluğa erer. Çünkü, maddi ihtiyaçları kadar manevi ihtiyaçları da olan insan maddenin manaya hizmet ettiği, mananın da bu hizmete ciddi ihtiyaç duyduğu bir varlıktır. Dolayısıyla sosyo-politik sistemler, ancak insanın bu iki yönüne birden hitap ettikleri nisbette ideale yaklaşabilirler. Yoksa, manevi ihtiyaçları karşılanmazsa her türlü maddi imkânı elde etmiş bir insanın ne mutlu olması ne de iç huzura ermesi mümkündür. İnancın değeri de işte bu noktada ortaya çıkıyor, maddenin tatmin ediciliğinin sınıra ulaştığı noktada maneviyatın işlevselliğinin önemi başlıyor.
Diyeceğim o ki, tecrübe edilen bazı yanlışlardan dolayı din gerçeği inkâr edilemeyeceği gibi yine bazı yanlışlardan veya yanlış anlaşılmalardan dolayı felsefenin değeri de görmezden gelinemez. Dinin ve felsefenin kendilerine göre gayeleri vardır ve bunu anlayışla karşılamak lazımdır. Önemli olan hiçbirinin değerini inkâr etmeden bir dengede yürüyebilmektir.