O devlet malikanesine talip olmadı, düşmanlık da etmedi ama, malikaneye kapak atan “siyahiler”, eski üstatlarını tehdit gördüler. Halbuki ülkenin O’na çok ihtiyacı var. Çünkü artık, “durun kalabalıklar, bu yol çıkmaz sokak” deme cesaretini gösterebilecek pek fazla kimse kalmadı.
“Deneysel olarak öyledir. Kendisini bir kere efendisinin malikanesine attı mı, babası ve dedeleri köle olarak yaşamış siyahi, birden kendini düzlüğe çıkmış zanneder. Ona bunun karşılığında bir görev verilmiştir; malikaneyi koruyup, hizmetlerini kusursuz yerine getirmesi. Köle bu görevi severek üstlenir ve canla başla çalışır ki, onda iki duygu oluşur: Biri kendini malikane ile özdeşleştirmesi diğeri, önceleri kendisi gibi köle olan zenci kardeşlerini malikane için tehdit olarak görmeye başlaması. Bu yüzden kendini özdeşleştirdiği malikanenin selameti ve geleceği adına dışarıda kalan zencilere acımasız muamelelerde bulunur.”
Ali Bulaç ülkede yaşanan zulmün sebebini bu şekilde teşhis ediyordu. Evet O, hiç bir zaman kendini “malikaneye atma” düşüncesiyle hareket etmedi. Aslında gözaltındayken bir polis müdürü tarafından kendisine söylenen söz pek de haksız sayılmazdı; “Daha çok sürüneceksin. Sen Ahmet Taşgetiren gibi hareket etmedin. Bak O nerede sen buradasın. Reisin kadrini bilemediniz. İyiliğini, dürüstlüğünü bilemediniz. Şimdi burda, bu yaşta, bu şekilde sürünüyorsun, sürünmeye de devam edeceksin.”
O hiç düşünmemişti ama, devlet malikanesine kapak atmayı başaran bazı eski “siyahi” arkadaşları, O’nu büyük bir tehdit olarak görmeye baslamışlardı. Bu yüzden “malikanenin selameti için” O’nu, 27 Temmuz günü gözaltına aldılar, bir kaç gün sonra da tutuklayarak Silivri Cezaevi’ne koydular.
Aslında devlet malikanesinde bulunanlar, azıcık göz kırpsaydı O’nu, pek muteber makamlara getirmeye niyetliydiler. Çünkü O, “Siyasal İslam” düşüncesinin en önemli teorisyen ve düşünürlerindendi. O’nun gibi olan bir çokları hemen kendilerine güvenli bir liman buluvermişlerdi. Hal böyleyken O, “bu yaşta bu şekilde sürünmek” pahasına bile olsa, doğru bildiklerini söylemekten çekinmedi.
Halbuki O, “Devletin İslamcısı” olma teklifini daha çok genç yaşlarındayken almıştı. Kendisiyle yapılan bir röportajda anlattığı olayın özeti şuydu; Ali Bulaç, 1972 ya da 1973 senesinde bir öğretmeninin ısrarıyla, Gayrettepe Emniyeti’ne gitmişti. Burada kendisini sorgulayan üç polis, uzun bir sorgunun ardından O’na ajanlık teklif etmiş, Yüksek İslam’da bulunan Nurcular hakkında kendilerine bilgi getirmesini istemişlerdi. “Bak baban sana para göndermiyor, sana burs buluruz, harçlık veririz” demelerine rağmen teklifi kabul etmeyince, bu defa da O’nu tehdit etmişlerdi. Daha o yaşlardayken bile Ali Bulaç, bir entellektüelin sivil kalması, muhalif olması ve eleştirel hareket etmesi gerektiğini düşünüyordu.
Ali Bulaç, mevcut durum ve koşullarda, bir İslam toplumu için en uygun olabilecek yönetim şeklinin yine demokrasi olarak göründüğünü söylüyordu ama, klasik demokrasi taraftarlarından farklı olarak belirttiği bir husus vardı. O da; “Allah’ın muradı olan sabit hükümler referans alınarak, çoğunluğun rejimi yozlaştımasının ve yöneticilerin halk adına keyfi yönetimler kurmalarının önüne geçilmesi” gerekliliğiydi.
“Demokrasinin yumuşak karnı” veya “çoğunluğun diktatörlüğü” olarak da tanımlanabilecek bu tehlikenin batıda, “hukuk devleti, hukuk sözleşmeleri ve azınlık haklarının korunması” çabalarıyla bertaraf edilmeye çalışıldığını söylüyordu. İslam toplumunun ise bu tehlikeyi ancak, “dinin hükümleri, apaçık hukuki kurallar ve ahlak normları (hududullah)” ile ortadan kaldırabileceğini ifade ediyordu.
İşte tam da bu yüzden, 17/25 Aralık Yolsuzluk Operasyonları sonrası, mevcut iktidarla yolları keskin bir şekilde ayrıldı. Ali Bulaç şu soruyu soruyordu; “iktidara meşruiyet kazandıran ‘irade’ yüzde yüz tecelli etse bile, dinin bilinen sınırlarını aşacak olsa, Müslümanın vicdanında nasıl makes bulacak? Müslüman, esas olan dinin muhkemleri değil, halkın iradesi mi diyecek?” Bu soruyu soran Ali Bulaç’ın elbet bir cevabı da vardı; “mevcut iktidarın yüksek oy almış olması, bazı iktidar mensuplarınca işlendiği iddia edilen suçları mübah yapmayacağı gibi, masumları da suçlu kılmayacaktır.”
Çizgisini net bir şekilde ortaya koyan Ali Bulaç’ı susturmak isteyenler, yine bildik yöntemleri kullandı. Devlet O’na bir kez daha göz kırptı; “Zaman Gazetesi’nden ayrıl, oradan ne alıyorsan iki üç katını verelim” dendi. Bu teklifi kabul etmeyen ve hatta ifşa eden Ali Bulaç aslında o gün, 27 Temmuz 2016 günü gözaltına alınmasını gerektirecek cürmü (!) de işlemiş oluyordu. Kalemini satması için kendisine verilen rüşveti kabul etmeyen Ali Bulaç hakkında, yaygın bir linç kampanyası başlatıldı. Bu linç kampanyalarını O, “paralı 600 bin trol yedi ceddime küfrediyor” diye yorumladı.
Hain darbe teşebbüsünden hemen sonra bir yazı yazan Ali Bulaç, bu girişimi “fitne ateşinin tutuşturulmasi” şeklinde tanımladı ve ülkedeki tüm kesimlere ders niteliği taşıyan tarihi bir açıklama yaptı. Sünni öğretiye göre; “zalim addedilen bir yönetime karşı, silahlı ayaklanma yapmanın meşru olmadığını, darbenin toplumu derin bir iç kargaşaya sürükleyecek, kanların akmasına sebebiyet verecek bir ‘fitne’ olduğunu”ifade etti. Yapılması gereken şeyin darbe değil; siyasi bilinçlenme, sabır ve temkin olduğunu söyledi.
Bu açıklamasına rağmen O, başlatılan toplumsal linç kampanyasıyla, “darbeyi teşvik eden terörist kalemşör” ithamına maruz kaldı. “15 Temmuz Darbe Teşebbüsü gayrımeşrudur, suç ve günah bir fiildir” diyen ve darbeye karşı seçilmiş hükümetin yanında olduğunu söyleyen Ali Bulaç, 23 Temmuz günü bir çok medya kuruluşuna bir yazı gönderdi. “Darbe tehlikesinin geçmediği anlaşılıyor, OHAL’in ilan edilmiş olması yerinde olmuştur. Yeni hamlelere karşı uyanık olmak gerekir” şeklinde bir açıklama yaptı. Ayrıca sosyal barışı zedeleyecek fevri, aşırı, hukuk dışı hareketlere ve cezalandırmalara, toplumsal yaralar açacak tasfiyelere ve mağduriyetlere karşı da dikkatli olma zarureti bulundugunu ifade etti.
O’nun temkin tavsiyesi hiç bir şekilde karşılık bulmadı. Her gün gazete köşelerinde sayfa sayfa linç edilen Ali Bulaç son yazısında; ” hiç bir şeyden korkum yok, çağrıldığımda gider ifademi veririm.
İnsanların hakiki cevherleri böyle zamanlarda ortaya çıkar” dedi. Kendisine iftira atanlara da “hesabımız Mahkeme-ı Kübra’ya kalmıştır” uyarısında bulundu.
Söylediğini de yaptı, arandığını öğrenince, kendisi giderek Emniyet’e teslim oldu. Buna rağmen elleri arkadan ters olarak kelepçelendi. Mahkemeye çıkarıldığında; ” bakmakla yükümlü olduğum altı çocuğum var. Altmış altı yaşındayım, bypas oldum ve kalbimde stent takılı. Ayrıca şeker ve tansiyon rahatsızlıklarım var” şeklinde ifade verdi. Buna rağmen hakim, dosyada şüpheli olan bazı kişilerin yurt dışına çıktıklarını gerekçe göstererek O’nu tutukladı.
Yirmi dört tane kitap, yedi cilt tefsir yazan, kırk beş yıllık gazeteci ve sosyolog Ali Bulaç şimdi cezaevinde. Hakkında seksen beş ayrı tez yazılmış, her birinde de “Bireysel bir Müslümandır” denmişti. Bir çok bakan ve milletvekili O’nun yanında yetişmişti. Hatta O, belediye başkanlığı zamanında Cumhurbaşkanı Erdoğan’a da üç buçuk yıl danışmanlık yapmıştı.
Şimdi cezaevinde, kitap okuması ve yazması yasak, mektup bile yazamıyor. Ağır rahatsızlıkları var, buna rağmen cezaevindeki en büyük sıkıntısı, “ibadetlerini doğru dürüst yapamamak”. Hakkında yürütülen toplumsal linç ve itibarsızlaştırma kampanyası ise, hız kesmeden devam ediyor. Henüz ortada bir iddianame bile yok. Sekiz aydır yazılamadı.
O devlet malikanesine talip olmadı, düşmanlık da etmedi ama, malikaneye kapak atan “siyahiler”, eski üstatlarını tehdit gördüler. Halbuki ülkenin O’na çok ihtiyacı var. Çünkü artık, “durun kalabalıklar, bu yol çıkmaz sokak” deme cesaretini gösterebilecek pek fazla kimse kalmadı.
magduriyetler.com