Daima Ümit Kaynağı Olalım!

Bize düşmanlık besleyenlerin, haset edenlerin, iftira atanların utanmazlıklarını öyle bir açığa çıkar, kabahatlerini yüzlerine öyle bir vur, onları öyle bir kınanmaya maruz bırak ki, başkalarının onları utandırmasını beklemekten bizleri müstağnî kılacak ölçüde olsun!..

Fikret Kaplan - SAMANYOLUHABER.COM 


Geçen gün bir arkadaş sosyal medyadan bu süreçten sonra ‘affetmeyle’ ilgili samimi dileklerini dile getirmiş. Fakat, karakter bakımından zayıf, kalemini satmaya müsait, daha öncesinde de her sıkıştığında zıp orda zıp burda renk değiştiren bir gazeteci ağır cevaplar yazmış ona. Keyfi iyice bozulmuş arkadaşın.

Arkadaş, biz kimsenin alkışlamasına ya da kınamasına, hakaretine ve iftirasına göre yol almıyoruz ki! Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) açtığı bu yolda O’na uyarak yürüyoruz. O Rahmet Peygamberi (sav) şu an aramızda olsaydı, kendisine yöneltilen hakaretler başta olmak üzere böyle durumlar karşısında nasıl bir tavır takınır ve ne tarz bir mukabelede bulunurdu? Kendimize sormak lazım… 

Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Kureyş ve Taif müşrikleriyle Medine münafıklarının ağır suçlama, hakaret ve iftiralarına aldırmayıp sabır, sebat ve kararlılıkla hakkı tebliğe devam etmişti. Hiçbir şey O’nu yolundan alıkoymamıştı.

Bediüzzaman da bize bunu öğütlercesine: 
- Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!.. demiyor mu?

Bu süreçte yaşananlar, insanlığa hizmet etmeye baş koymuş gariplerin değişmez kaderi. Dünya var oldukça da bitmeyecek. O Mübarek Peygambere (sallallâhu aleyhi ve sellem) ne salyalar atıldı, ne hakaretler edildi. 

Bugün de talihsiz insanlar, Gönüllüler Hareketi’ni engellemek için iddiaları, iftiraları tekrar edip duracaklar. "Organize faaliyet" diyecekler, "şuna tâlipler, niyetlerinde şu var." gibi iftiralarda bulunacaklar. Karakter bakımından zayıf, alet olmaya açık kimseler bulup menfaat düşkünü, çıkar sevdalısı bu karaktersizliğin çocuklarını kullanacaklar. Bazı meseleler hakkında sordukları sorulara onlarca defa cevap aldıkları halde yine de iftira etmekten utanmayacak, hep aynı şeyleri yazıp karalayacaklar. Devir tersine dönüp gerçekler ortaya çıkınca da kaçıp adres değiştirecek ve mürekkep balığı gibi izlerini kaybettirecekler. Ama başka birileri kendilerini satın alınca bu sefer onların borazanlığını yapacak, farklı bir yerde ortaya çıkıp iftiralarını tekrarlayacaklardır. 

Onun için onlara laf yetiştirip karanlığa sövmek yerine bir meşale tutuşturalım. Çünkü, Kabil, elinde haset taşıyla bugün binler, milyonlar olmuş.. Ebu Cehiller yine şeytanı hayrette bırakacak kadar tuzaklar peşinde… Ebu Lehebler her yerde önünüzü kesiyor… Abdullah İbni Selüller sırtlanlardan daha da vahşileşmiş, mümin kardeşini sırtından hançerlemek için kuduruyor. 
Bunlara söz anlatamazsın. Hak’tan, hukuktan, insaftan anlamaz bunlar. Kim ne yaparsa yapsın bizim için ölçü bellidir: Görgüsüzce muamelelere aldırış etme! Herkes, davranışlarıyla karakterini aksettirir. Sen her şeyden önce insan olan insanlara anlatmaya çalış derdini.. Ahmak-ul humakadan tahammuk etmiş vicdansız ahmaklar anlamaz seni… 

‘Rahmân’ın has kulları o kimselerdir ki, yerde tevazu ile yürürler, yol bilmez cahiller (cehalet ve karakterlerinden kaynaklanan bir tarzda) kendilerine laf atarsa "Selâmetle!" der, geçip giderler.’ (Furkan Suresi, 63) 

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) sadık arkadaşı Hz. Ebubekir (ra) ile oturuyorlardı. Medine'nin sıcak bir günüydü. Biraz sonra bir adam geldi. Etrafına baktıktan sonra Hz. Ebubekir'in (ra) önünde durdu ve hemen çirkin sözlerle Hz. Ebubekir'e saldırmaya başladı. Hakaret etti, küçümsemeye çalıştı, tacizde bulundu.
Hz. Ebubekir (ra) sabırla dinledi. 
Olaya şahit olan Hz. Peygamber (sav), bu saygısız insanın haddi aşan çirkin sözlerinden rahatsız olsa da bir an için sustu. Fakat, bu saygısız adamın çirkin sözlerinden hayli rahatsız olmaya başlayan Hz. Ebubekir (ra) dayanamadı ve sınırı aşmadan, terbiye sınırları içinde cevap vermeye başladı. Çünkü o, daha fazla susarsa Hz. Peygamberin (sav) rahatsız olacağını düşünmüştü. 
Hz. Ebubekir'in (ra) cevap vermesi üzerine Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ayağa kalktı ve orayı terk etti. O’nun (sav) uzaklaştığını gören Hz. Ebubekir (ra) telaşlandı ve hemen arkasından koştu. Heyecan ve korku içinde söylenmeye başladı: 
- Ya Resulullah! Sizi rahatsız edecek bir şey mi yaptım? Yanlış bir şey yaptıysam Allah'tan af dilerim. 
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) döndü ve çok sevdiği dostuna şöyle buyurdu:
- Ebubekir! Adam sana hakaret edip sataşmaya başladığında sen sustun. O esnada Yüce Allah'ın görevlendirdiği bir melek senin adına o adama cevap veriyor, sana da dua ediyordu. Sen sustukça melek seni savunuyor adama karşılık veriyordu. Ne zaman ki, sen de cevap vermeye başladın işte o anda o melek orayı terk etti ve şeytan oraya girdi. Ben şeytanın bulunduğu ortamda durmam. Benim orayı terk etmemin sebebi budur işte. 

Biz de basit sataşmalara kulak asmayalım. Gaye-i hayalimiz, mefkuremiz için rantabl olarak nasıl çalışırız? Şu anda içinde bulunduğumuz şartlar, neler yapmamıza müsaittir? Bu mevzuda hizmet adına ne türlü alternatifler oluşturabiliriz. İşte buna bakalım. Onlara verilecek en güzel cevap da budur. 
Yoksa “Falan zalim şunu yaptı, filan zalim bunu yaptı. Falan şunu dedi, filan bunu dedi…” Bunlarla meşgul olduğumuz zaman, kafa dağınıklığına düşeriz; nöronlar taşımaz bunu; korteks çatlayıverir birden bire. Sonra yapacağımız işlerde üst üste fiyasko yaşarız. 

Öyleyse, dağılmamak lazım. Elbette ki zulümler karşısında, sessiz kalmayacağız. Kendimizin ve arkadaşlarımızın hakkını savunacağız. Daha önce de ifade edildiği gibi: 
‘Müslümanların dertlerini paylaşmayan onların dertleriyle dertlenmeyen onlardan değildir.’ diyor Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem). Bu açıdan, hapishanelerde çırıl çıplak soyulan, soğuk su altında bekletilen, dayak, küfür ve psikolojik işkenceyle mağdur edilen insanlardan, annesiz babasız bırakılan çocuklara; 17 bin kadından, 100 binlerce tutukludan ve anneleri ile ceza evinde yaşayan 700 bebekten; doğum yaptıktan saatler sonra kundaktaki bebeğiyle tutuklanıp gadre uğrayan masumlara kadar, kendi ülkesinde yiyecek bir lokma ekmeğin bile çok görüldüğü mazluma kadar herkese el uzatmak, duasında onları unutmamak, sesini her tarafa duyurmak, hakkını savunmak… birer mü’minlik vazifesidir. 

Ama, “O bana bir şey dedi, ben de ona diyeyim! O benim için yakışıksız şu lafları atıverdi, ben de kendi kendime veya birkaç arkadaş içinde onun dediği şeye yakın bir şeyler söyleyeyim...” Bunlar faydasız şeyler. Bunlarla geriye hiçbir şey dönmez. Aklı başında bir mü’min, yapacağı her hareketle geriye bazı şeylerin dönmesine göre planlar ve projeler oluşturmalı: 
- Ben ne yapmalıyım, nasıl davranmalıyım ki, hareketim bazı şeyler kazandırsın? Vicdanı olan insanlar, samimi hizmet gönüllülerinin başında dönen hadisleri anlayabilsin aynı zamanda.  
Bunun tek yolu da daima ümit soluklamaktan ve hep ümit kaynağı olmaktan geçiyor. 
Tasayı, kederi bırakıp irademizle canlı olalım. Ümitle oturalım, öyle kalkalım, öyle düşünelim, öyle konuşalım, öyle davranalım ki, arkada kalan, bize bakan insanlar ümitle şahlansınlar. Karşılıklı laf kavgalarıyla ümitleri kırıcı; geleceği karanlık gösterici düşüncelerden uzaklaşalım. En karanlık anlarda bile bir meşale tutuşturacak ümit  çakmağımız olsun cebimizde mutlaka.

Diğer yandan korku ve endişeyle de pısırıklaşıp oturmayalım bir tarafa. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor: 
“İnsanların arasına karışan, onların eza ve cefalarına katlanan mü’min, halktan uzak duran ve onların eziyetlerinden emin olmaya çalışan mü’minden daha faziletli, mükafatça daha üstündür.” 

İştirak-ı a’mâl-i uhreviye düsturunca, hapishanelerde, hastanelerde, gaybubette, hicret yollarında, şehitlik mertebelerinde o ağır sıkıntıları çekenlerle aynı duyguları paylaşabiliyor, onların soluklarını hissedebiliyor ve onlarla birlikte dört bir yanda hizmet için koşan milyonlarca insanın heyecanına iştirak edebiliyorsak onların sevabına da mazharız demektir. O milyonlarla beraber hemdem, hemhâl isek bir bünyân-ı mersûs gibi, kubbedeki taşlar gibi veya pırlantalar gibi başbaşa vermiş isek, orada ümitle ayakta duruyorsak, o milyonların sevabı bizim de defterimize akacak demektir. O milyonların makbuliyetine göre Allah bize bakar, o milyonların makbuliyetine göre mele-i âlânın sakinleri bizimle münasebete geçmek isterler. Biz artık bir fert değiliz. Ahiret defterine salih ameller gönderen 10 milyonuz!

Hasılı, Cenab-ı Hak her birimizi tutup bir yere koymuş. Başkasını değil bizi tutmuş, başka yere değil bulunduğumuz mekana koymuş. Öyleyse düşünmek lazım, “Bizi hangi hikmete binâen buraya koydu. Abes iş yapmayacağına ve her işinde hikmetler bulunduğuna göre, acaba ne istiyor bizden?” 
Bırakalım gereksiz, boş söz kavgalarını… Ellerimizi açalım, soluklarımız birleşsin, bir koro halinde Sekizinci Söz’deki gibi semalara doğru yükselsin:

- Ey bu yerlerin Hâkimi! Senin bahtına düştük, Sana dehalet ediyor ve Sana hizmetkarız. Senin rızanı istiyor ve Seni arıyoruz.
Ey bizi bu gurbete atan Allahım, bundan muradın ne ise onu vicdanlarımıza duyur. Ve sadece duyurmakla kalma, bizi o duyguyla doyur. Bu işin hakkını vermeye, bu vazifenin gereğini yapmaya muvaffak eyle! 

Bize düşmanlık besleyenlerin, haset edenlerin, iftira atanların utanmazlıklarını öyle bir açığa çıkar, kabahatlerini yüzlerine öyle bir vur, onları öyle bir kınanmaya maruz bırak ki, başkalarının onları utandırmasını beklemekten bizleri müstağnî kılacak ölçüde olsun!..

13 Şubat 2019 19:23
DİĞER HABERLER