'Darbecilik' ve 'Cuntacılık' yenildi, şimdilik...

Velid Cunblat, artık Ortadoğu’nun fırtınalı ve kaygan siyaset sahnesinin ‘kıdemlileri’ arasında sayılıyor. İstanbul’da öğle vakti dün birlikteydik. Yanında Lübnan siyasetinin tanınmış ve saygın isimlerinden, iki numarası Mervan Hamadi, Lübnan hükümetine verdiği iki bakanıyla beraber Beyrut’a dönmeden önce lâflıyoruz. Bir de bana anne tarafından dedesi Emir Şekip Arslan ile ilgili Türkçe bir kitap hediye etti Emir Şekip Arslan, İttihat Terakki’nin Yürütme Kurulu’ndaydı; Cumhuriyet’in ilk yıllarına dek, Türkler ile Araplar arasındaki bağların kopmaması için umudu kırılana dek uğraşmıştı. İki cami arasında bînamaz muamelesi görenlerden oldu. Cumhuriyet’in kurucu kadroları onu İttihad Terakki’nin Enver, Talat ve Cemal Paşa üçlüsü döneminin Arap unsuru olarak, Arap milliyetçileri ise Türklerin adamı olarak gördüler. Velid Cunblat’la dedesi, Osmanlı son dönemi, günümüz Türkiye’sinin Ortadoğu politikası, Ortadoğu üzerinde sohbet ederken, ben saatime bakıyordum. Ankara’da Abdullah Gül-Tayyip Erdoğan-İlker Başbuğ üçlü görüşmesi başlamıştı. O da birden konuyu Türkiye’nin iç politikasına getirdi; ‘Bu generallerin tutuklanması ne ölçüde ciddi, bu iş nereye varabilir? Hükümetin devrilmesine gider mi?’ diye soruverdi. “Şu anda üçlü toplantı Çankaya’da sürüyor” dedim, “Türkiye’de olanlar, İspanya’da 1970’lerin ikinci yarısında, 1980’lerin ilk yarısında olanlar Türk tarzında olanı” cevabını verdim. “O sözünü ettiğin, İspanya’da geçiş dönemiydi” diye müdahale etti. Velid Cunblat, Lübnan’ın ve Ortadoğu’nun bir büyük siyasi figürü olan babası Kemal Cunblat’ın öldürüldüğü 1976 yılından beri, Sosyalist Enternasyonal toplantılarında yer aldığı için, belleği de, deneyimi de bölge sınırlarının çok ötesindedir. “Evet” dedim ben de, “Türkiye de şu anda bir geçiş dönemi yaşıyor. Dedenin yoldaşlarının bugünlerdeki uzantılarının zihniyeti sancılı biçimde de olsa aşılıyor. Demokratik bir hukuk devletine doğru kapıları aralıyoruz. Cumhuriyet tarihinde rastlanmadık türden gelişmeler olduğu, yani bir seferde çok sayıda -emekli de olsalar- kuvvet komutanı ve ordu komutanının da içinde bulunduğu geniş bir subay grubunun gözaltına alınması ve tutuklanması hiç görülmediği için, birçok zihne soru işareti takılabiliyor. Anlaşılabilir bir şey. Hükümetin geri atması söz konusu olmadığına, yargı sürecine kaba biçimde müdahale edip gözaltına alınan ve tutuklanan subayları, ordu üst kademesine taviz vermiş görüntüsüyle, serbest bıraktırması düşünülemeyeceğine, zaten böyle bir imkâna da sahip bulunmadığına göre ne olabilir? Zihinlerin gerilerinde yatan soru şu: Ordu darbe yapabilir mi? Bence yapamaz. Şu anda hamle üstünlüğüne sahip değil. Ricat durumunda. Demokrasinin ve bir hukuk devletinin öngördüğü sınırlar içine doğru zor da olsa çekilmeye çalışıyor. Böyle bir ihtimal yok.” Bu anlatımıma ek olarak, “Belki hani İspanya’da Tejero tarzı bir girişim olabilir” diyecek oldum, ona da yüzünü buruşturup, elini boşluğa sallayarak, Velid Cunblat, hiç ihtimal vermedi. *** O, Beyrut’a dönmek üzere havaalanına; ben bu yazıyı yazmak amacıyla gazeteye doğru yollanırken, ‘Çankaya’daki üçlü zirve’nin bittiği haberi, kısa açıklamasıyla geldi. Açıklamadan ne anlamak gerekiyor? Herkesin anladığını. Yani, ‘asayiş berkemal’. Türkiye’de bir ‘hükümet-asker çatışması’ beklentisi içinde olanların beklediği, kimilerinin istediği, kimilerinin korktuğu durum gerçekleşmeyecek. Çankaya toplantısını da ‘Türkiye’de normalleşme’ doğrultusunda önemli bir adım olarak görmek de yarar var. Elbette ki, bu gelişmeler, önümüzdeki yakın gelecekte ve hatta orta vâdede taraflarının birinin asker olacağı gerilim ihtimallerini bertaraf etmiyor. Yani, Balyoz Darbe Planı eksenindeki gözaltı ve tutuklama dalgaları tarihimizde bir ‘ilk’ olmakla beraber, artık ‘demokrasi ve hukukun üstünlüğü’ yoluna emin adımlarla koyulduğumuz bir ‘kırılma noktası’ sayılmayabilir. ‘Askeri müdahale’ ihtimali taşıyan siyasi bünyemiz, bundan böyle bu ihtimallerden arınmış noktaya ulaşmış değil. Bunun en büyük nedeni, Türkiye’de bir yarılma, bir kamplaşma halinin sivil alanda yaygın ve derin olmasından kaynaklanıyor. Türkiye’de iki yargı var; askeri ve sivil. Türkiye’nin medyası tam anlamıyla ‘ikili’ bir görüntüde. Hiçbir demokratik ülkede, böylesine yazılı olsun, görsel olsun ‘askercil’ bir medyadan söz edilemez. Balyoz Darbe Planı, Taraf gazetesinde çarşaf çarşaf yayımlandığı sırada, ‘tutuklanacak’ ve ‘kendilerinden yararlanılacak’ gazeteciler listeleri de ortalığa dökülmüştü. İkincisinde 137 kişi vardı. Planı hazırlayanların ne kadar isabetli bir hesap yaptıkları son günlerdeki gelişmelerde de ortaya çıktı. O listede 137 kişinin hiç değilse 100’ünde tam isabet kaydedilmişti. Son gelişmelerde yazılı ve görsel medyada, hukuk dışına çıktığı iddiasıyla gözaltına alınan ve tutuklanan generaller ve subaylardan yana ekranları kaplayan ve kalem oynatanlara bakın, kendiliğinden, ‘yararlanılacak unsurlar’ olmayı hak ettikleri kolayca anlaşılıyor. Ama en önemlisi, TBMM’nin kendisi. Aralarındaki siyasi ihtilaflar ve ideolojik farklar ne olursa olsun, parlamento zeminini paylaşan siyasi partilerin tümünün ‘askeri müdahale’ye karşı olmaları aralarındaki ‘ortak payda’yı oluşturur ve bu her biri açısından bir ‘varoluşsal mesele’dir. Türkiye’de öyle değil. TBMM üyelerinin hatırı sayılır bir bölümü, seçimle gelmiş hükümete karşı, TBMM’yi ıskat edecek bir askeri müdahaleden yana. Türkiye’ye özgü bu olgu, siyaset sahnesinden medyaya, medyadan yargıya uzanan geniş yelpazeye bakıldığında, Silahlı Kuvvetler içinde siyaset alanına müdahale imtiyazını muhafaza etmek isteyen gruplaşmalar ve hatta ‘cunta oluşumları’ için bereketli bir zeminin varlığını ifade ediyor. O nedenle, askerin siyaset dışına çıkarılması zaman isteyen bir konu olarak siyaset gündemimizde kalmaya devam edecek. *** Türkiye’de hiçbir askeri müdahale ve darbeyi, ülkenin jeopolitiği ve uluslararası ilişkiler sistemi ‘dış boyutu’ olmaksızın düşünmek de gerçekçi değildir. Yakın tarihimizdeki askeri darbe ve müdahalelerin her birinin özellikle Amerika’nın işi, Amerikan onaylı ya da hiç değilse Amerika’nın karşı çıkmayacağı cinsten olduğuna dair bir ön kabul var. 28 Şubat’tan başlayan 2009 yılının Kafes ve İrticayla Mücadele Eylem Planı’na ulaşan tarihi zincirde de Amerika vardı. Tayyip Erdoğan başkanlığındaki Ak Parti hükümetine yönelik ‘Türkiye’yi İslamcılaştırıyorlar’ kampanyasının, Washington’da hangi düşünce kuruluşlarında pompalandığını hatırlayın bir. Bu düşünce kuruluşları arasında yer alan Hudson Institute’de tartışılan senaryoları, kendisinin de bir ‘senaryo’ olduğu iddia edilen Balyoz Darbe Planı ile yan yana koyun. Benzerliği şaşırtıcı bulacaksınız. Hudson Institute senaryolarına katılan ya da orada adı geçen, dönemin üst rütbeli komutanlarının, bu hafta başında gözaltına alınan generaller arasında bulunması ve aynı şekilde Balyoz Darbe Planı ile ilgili belgelerde rol almış oldukları bir tesadüf müdür acaba? Hudson Institute ve Ak Parti hükümetine karşı amansız bir kampanya yürüten Washington düşünce kuruluşlarının dönemin Amerikan Başkan Yardımcısı Dick Cheney ve onun çevresindeki neo-con kadrolarla yakınlığını da bir kenara yazın. Ancak, Cheney ve onların Amerika’da kaybettiğini ve Barack Obama’nın bugün Beyaz Saray’da oturduğunu da. Türkiye’de bugünlere ulaşmamızda bu ‘dış boyut’un etkisini de düşünmeliyiz. Tabii, bu hükümetin İsrail ile içine girdiği tatsız ve rahatsız ilişkilerin, İsrail’in Silahlı Kuvvetler’e olan özel muhabbetini ve Amerikan siyaset sahnesindeki etkisini de hesaplayın. Yani, Türkiye’de ‘askeri vesayet rejimi’nin bu haftadan itibaren kalktığını söylemek fazla iyimserlik ve hatta hayalperestlik olur. Daha kat’edilecek uzun, çetin ve sancılı bir rol var. Ama bu hafta ‘demokratik ve hukukun üstünlüğü doğrultusu’ndaki bir Türkiye’ye giden yolda keskin bir viraj dönülmüş müdür diye soruyorsanız. Evet. Öyle olmuştur.
26 Şubat 2010 08:15
DİĞER HABERLER