Darbede tanıdığım dört subay

Darbe yapılalı daha bir gün olmuş. Apar topar kışlaya getirilen insanların zihnini kemiren onlarca soru var: Darbeyi kim yaptı, hiyerarşik bir müdahale mi yoksa 27 Mayıs'ta olduğu gibi emir komuta zincirinden kopuk mu? Akla başka şeyler de gelmiyor değil: Darbeyi yapan subaylar "solcu" mu "sağcı" mı? Daha kötüsü de var: Birazdan kurşuna dizilmeyeceğimizi kim garanti edebilir? Bugün için anlamsız gözüken bütün bu endişeler, o gün hayatın en acı gerçeğiydi. 20 yaşında mecburen askerlik yapan gencecik insanlar, babası hatta dedesi yaşındaki adamları tekme tokat dövüyordu. Emir öyleydi. Öldürürcesine vuruyordu "Mehmetçik" diyerek sinemize basıp koklamaya doyamadığımız asker. Üsteğmen Hüseyin, üstlerinden aldığı emirle öyle söylüyordu anlaşılan. Emir eri Sabri, İzmirli olduğunu her defasında hatırlatıp "Ulan faşistler!" diye başlıyordu küfre. İşkence gören insanların feryadı yeri göğü inletiyordu. Evimiz kışlaya yakın olduğundan sabahları "Yaylalar! Yaylalar!" türküleriyle uyanırdım. Şimdi birkaç yüz metre mesafedeki kışlada işkenceye maruz kalıyorduk arkadaşlarımızla. Acep anacığım duyuyor muydu? İşkencecinin umurunda değildi analar, babalar. O çaresiz insanlara vurdukça Türkiye'de işlerin düzeldiğine inanıyordu aşikâr. Listeye koymuşlar; her gece birkaç kişiyi elektrikli işkenceye götürüyorlardı. Bir ara Hasbi adında bir arkadaşımı gördüm. Yozgat'ta o yıllarda briyantinli saçları olan başka kimseyi hatırlamıyordum; lakin o zarif delikanlıya en ağır zulümlerden birini yapıp keyif çatmıştı işkenceciler. Uyumak yasaktı kışlada. Oturduğunuzu görürlerse küfrün haddi hesabı yok. Askerî cemselere doluşturulmuş adamların kışlaya getirilmesi bir vahşi törene dönüştürülüyordu. Bir gece karanlıklar arasında yakın komşumuzun oğlu Feriz'i seçebildim. Çamlık'a çıkarıp "Haydi kaçın!" demişler. Kimse kıpırdamamış yerinden, arkamızdan vuracaklar diye. Sen misin kıpırdamayan! Dipçikler kana bulanmış. "Yat!" diyorlardı, onlarca adam yatıyordu. "Sürün!" diyordu sonra kaba bir ses. Tekrar 'kalk' denmesi ile 'koş' denmesi bir oluyor, koşanların arkasından tekmeler dipçikler yağıyordu. Yine bir gece o kalabalık arasından İlbey Hoca'yı seçebildim. Öğretmendi. Efendi bir adamdı. Hatırlayabildiğim kadarıyla birkaç gün önce evlenmişti. İlbey Hoca'nın parçalanmış dudağı, kan revan olmuş yanağı hâlâ gözümün önündedir. Yaşına başına mesleğine aldırış eden mi vardı! Sanırsın ki, düşman kuvvetleri tarafından işgal edilmişti Anadolu. Kadir Baran'dan haber alamıyorduk. Onu tek başına bir hücrede tutuyorlar, işkence nedeniyle aklî dengesini yitirdiğini söylüyorlardı... Dört rütbeli asker gördüm Yozgat kışlasında. Birisi Murat Teğmen. Bir bize bakıyor, bir işkencecilere... Sonra bir fırsatını yakalıyor bizimle konuşuyordu. Kısık ve ağlamaklı bir sesle, "Dayanın arkadaşlar! Bu günler de geçer..." diyordu. Biliyordum ki, köşeyi döner dönmez o genç teğmen gözyaşlarına boğuluyordu... TAŞIDIĞI ÜNİFORMANIN DEĞERİNİ BİLMEYENLER Veli Başçavuş adında birisi geldi bir ara yanımıza. Yaklaştı hücremize. Sandım ki önemli bir şey diyecek. Meğer tükürecekmiş. O kadar öfke ve nefretle yaptı ki o alçak davranışı, şapkası başından uçuverdi. Beni bir gülme krizi tutmaz mı! Allah'tan duvar dibine geçip kör noktada dudaklarımı ısırarak o acınası halde, bir de gülme cezası çekmedim. Sonra bir komutan geldi yanımıza. Omuzu kalabalık. Kendinden pek emin. Kibirli. Adını hatırlamıyorum bugün. Halimizi sordu. Biz de, saflık bu ya, başladık başımıza gelen korkunç olayları tek tek anlatmaya. Arkadaşımızın birisi koynunda sakladığı kanlı bezi çıkardı. Gözümüzü bağlarken kullanılan bezin bir parçası onda kalmıştı. Komutanın umurunda değildi. Nefesini şöyle bir topladı, bir filozof kibriyle konuşmaya başladı: "Ünlü bir İngiliz düşünür der ki en güzel tavsiye mektubu, güzel bir takım elbisedir. Ailelerinizden elbise isteyin mahkemeye çıkacaksınız." Donup kalmıştık. Bu subay biraz sonra evine gidecek çoluk çocuğu ile yemek yiyecek hatta belki de vatan-millet üzerine tumturaklı laflar edecekti. Belli ki halimiz adamın midesini bulandırmıştı. Oysa asıl iğrenç fotoğraf, taşıdığı o güzel üniformanın değerini bilemeyen "küçük Mussolini"nin ta kendisiydi. Güven Yüzbaşı çıkageldi on gün sonra. Elinde bir telsiz. Yanımıza yaklaştı. Artık ne merhamet bekliyorduk, ne anlayış. "Peygamber ocağı" çoktan alev almıştı gözümüzde. Yine de Yüzbaşı'yı dinlemek zorunda olduğumuzu biliyorduk. Adam çehrelerimize tek tek baktı. Gözlerinin dolduğunu gördüm. "Size ne oldu böyle evladım?" derken sesi titriyordu. Arkadaşlar birkaç misalle yaşadığımız zulmü anlattı. Adam telsize sarıldı. "Burada durum çok feci komutanım!" dedi. Dinlemeye geçti. Sonra nöbetçi askerlere döndü ve haykırdı: "Bundan sonra bu çocuklar gece sorguya götürülmeyecek, kıllarına zarar gelmeyecek!" Askerler kem küm etmek zorunda kaldı. Üsteğmen Hüseyin'i söylediler. Güven Yüzbaşı bir daha kükredi; işkence edenlere hakaretler savurdu, gece yarısı divan-ı harplerden bahsetti... Yukarda naklettiklerim, bildiklerimin yüzde biri bile değil. On binlerce insan benzer acı hatıralarla yaşıyor. 1980'de, yaşı 15'in altında olanları ve sonra doğanları hatırlarsak, rahatlıkla söyleyebiliriz ki yaklaşık 40 milyon insan darbe nedir bilmiyor; bilemez. Bilgisayar oyunu gibi geliyor kimilerine darbe. Ama öyle değil! Darbeciler şimdi yargılanıyor. 32 yıl sonra. Kimse hadiseyi çarpıtmasın; intikam duygularımız çoktan köreldi. Bu bir öç alma mahkemesi değil; bir daha darbe yapılmasın temennisi. Üsteğmen Hüseyin, onun emir eri Sabri, o günkü emniyet amiri Hasan, Yozgat Cezaevi Müdürü ve başgardiyanı... Bu kişiler başlarını yastığa koyduklarında rahat bir uyku uyuyabildi mi? Hiç olmazsa bugün en azından ailelerine itiraf etmeliler ki çok büyük bir zulmün parçası oldular. Mamak Cezaevi'nden Diyarbakır Hapishanesi'ne kadar, darbe suçuna bizzat ortak olan herkesin milletin evladına neden işkence yaptığını açıklaması ve bu milletten özür dilemesi gerekiyor. Onlar hesap verip özür dileyecek ki bir daha işgal kuvvetleri gibi davranan bir heyûla bu ülkenin üzerine abanmasın, nesillerimiz bir hiç uğruna heder olmasın... 'Bugün, 12 Eylül'den beter' diyenler... 12 Eylül'de gözaltı süresi 90 gündü. Döve döve ifade imzalatılırdı. İmzalamazsan bir geceliğine tutuklanır, sonra bir 90 gün daha sorgulanırdın. Şimdi en fazla 2 gün karakolda tutabiliyorlar zanlıyı. Susma hakkın var, avukat hakkın var. Savcı gerek duyarsa 2 gün ek süre isteyebiliyor. En fazla 4 gün karakolda kalıyorsun. Bu süreçte de konuşmama ya da avukatınla ifade verme hakkın vs. bulunuyor. Sözün özü: Dayak yok, Filistin askısı yok, elektrikli işkence yok. Suçludan delile ulaşma dönemi bitti; delilden suçluya ulaşmak için teknoloji devrede. İlginçtir; darbe suçlaması ile karakola düşen koca koca adamlar onca hukukî korumaya rağmen bülbül gibi şakıyor gözaltında. 'Demek ki deliller sağlam' diyesi geliyor insanın. Çünkü karakol faslından sonra mahkemeye çıkıyorlar, mahkeme heyeti ya serbest bırakıyor yahut tutukluyor. Bir başka mahkemeye itiraz edebiliyor tutuklananlar. Redd-i hakim talebinde de bulunabiliyorlar. Darbe hukuku öyle miydi? Önce suç, bir kağıda geçirilir sonra her türlü işkenceyle kabul ettirilirdi. Avukatınla görüşmek de ne demek! Yakın akrabaların gelip kışladan seni soramazdı, karakola gidip oğlum burada mı denemezdi... Dün yargılananlarla bugün yargılananları aynı kefeye koymuyorum elbette. Suçlamalar, gerekçeler, sonuçlar farklı. Masumiyet kârinesini de unutmuş değilim. Ama bir gerçeğin de altını çizmek lazım: Türkiye'de hukuk, onca eksiğine rağmen, çok büyük mesafe aldı. Tam bu aşamada çetin bir sual dilimin ucuna geliyor: Maazallah, darbe yapmak suçuyla mahkeme huzurunda bulunan kişiler bir daha başarılı olsaydı bugün kendilerine tanınan hakkı, cebirle gözaltına alacakları insanlara tanırlar mıydı? Asla! 1960 darbesine bakın lütfen. Bir Başbakan'ı ve bakanlarını asarken hak, hukuk var mıydı? 12 Eylül'de on binlerce insan işkenceye maruz kalırken ve onlarca genç idama mahkum edilirken ve onların bir kısmı darağacına çıkarılırken adaletin terazisi yerle bir olmamış mıydı? 28 Şubat'ın hangi uygulaması evrensel hukuk kaidelerine uygundu? Hukuk herkese lazım. En çok da görevi gereği elinde silah bulunan kişilere...
09 Nisan 2012 07:52
DİĞER HABERLER