''Biz çocuktuk. Hafız olmak istiyorduk. Ama okutacak Hoca bulamamıştık. Esnaftan birisine gitmemizi söylediler. Ona gidip, bizi hâfız olarak yetiştirmesini istedik. Şöyle bize, derin derin baktıktan sonra, gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı; ‘Demek ki, iş bize kadar düşmüş!.. ''
Abdullah Aymaz / samanyoluhaber.com
Demek ki İş Bize Düşmüş
Afrikanlardan Betül Ablamız anlatıyor: “Henüz Müslüman değilken hatta terör algısından dolayı Müslümanlara düşmanca bakarken, açık-saçık ve içki kullanan bir Türk kızına Hz. İsa’yı anlatmaya kalkıştım, bana ‘Allah’tan başka tanrı olamaz. Allah’ın kudreti her şeye yeter. O hiçbir şeye muhtaç değildir.’ dedi. O kadar ciddi ve inanarak söyledi ki; bu inancı ben papazlarda bile görmedim. Kendi kendime ‘Bu dinin günahkârı bile böyle güçlü bir imana sahipse, bu dinin hak din olması lâzım. İçimde İslamiyeti inceleme merak ver arzusu uyandı ama hâlâ terör-anarşi algısının baskısı altında olduğum için İslamiyetle ilgili kitaplara para vermek istemiyordum. Çünkü bana kurşun olarak dönebilir endişesini taşıyordum. Üniversite kütüphanesinden bedava broşür buldum, okumak için kitap isteyip araştırdım ve Müslüman oldum. Sonra o Türk kızı ne oldu diye senelerce merak ettim. Sonunda onunla karşılaştım… Baktım, namazında niyazında dindar bir hanımefendi olmuş!..”
* * *
Savaş Bey anlattı: “Gagavuzya’da ilk defa okul teklifiyle gidildiğinde, Vali Yardımcısı İvan Bey, ‘Olamaz! Siz Müslümansınız, biz ise Komünistiz. Nasıl olacak?” diyerek reddetmiş, arkadaşlar bu eğitim hizmetinin faydalarından hatta bereketinden bahsetmişlerdi. Aylardır, karanlık varken, tam o anda beklenmedik şekilde yağmur yağmaya başladı ve devam etti… İvan Bey, ‘Fikrimi değiştirdim, okul açalım.’ dedi. Sonraları hep destek çıktı. Türkiye’den Hizmetin mütevellileri geldikçe, hep ilgilendi… Biz farkında değildik. O, hep not etmiş. Meğer her ne zaman mütevelliler gelmişse, hep yağmur yağmış. Hep de ilk gün, ilk defa olduğu gibi… Bu müşâhedesini bizlere anlattı. Hepimiz şaşırıp kaldık!.. Dikkatini çektirene hamdolsun.”
* * *
Merhum Hacı Hafız Ali Oruç Hocamız anlatmıştı:
“Biz çocuktuk. Hafız olmak istiyorduk. Ama okutacak Hoca bulamamıştık. Esnaftan birisine gitmemizi söylediler. Ona gidip, bizi hâfız olarak yetiştirmesini istedik. Şöyle bize, derin derin baktıktan sonra, gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı; ‘Demek ki, iş bize kadar düşmüş!.. Peki öyleyse.’ deyip bizi yetiştirmek için kolları sıvadı. Allah râzı olsun ondan… Biz hâfız olup Kur’an-ı Kerimi baştan sona ezberledik ama hiç ilmihal bilgimiz yoktu. Bir gün kendi aramızda, Hz. Ali peygamber mi, diye tartışıyoruz. Halbuki itikadımızın esası olarak Efendimiz Muhammed Mustafa Aleyhisselamdan sonra, başka bir peygamberin artık gelmeyeceğini temel bilgi olarak bilmemiz gerekiyordu. Şimdi ne güzel İlmihal bilgisiyle, Kur’an’da geçen bütün peygamberler isimler öğretiliyor. Nebi nedir… Veli nedir, farz nedir, sünnet nedir, haram nedir, mekruh nedir öğretiliyor. Bunlar bilinmezse her şey birbirine karışır. Sünnetler, hatta müstehaplar farz konulunca, mekruhlar haramların yerine yerleştirilince, ölçü, denge kalmaz…”
* * *
Bizim Fidan’ımız, şimdi de Amerikalıları almış karşısına şöyle diyor: “Bu toprak, bu da ondan çıkan gül!.. Bu gülün gülümseyen güzelliği ve lâhûtî kokusu, toprağın neresinde? Belli ki, toprak, hazine-i Rahmetin bir kapısı!... Bu arı, bu da bal… Arı kimyager mi? Petekleri yapan bir mimar mı? Tahsilini nerede, nasıl yapmış… Bu zeytin… Zeytinin yağında 200 çeşit bileşim olduğu söyleniyor… Haydi birisi çıksın da bu bileşimleri yaparak bize bir zeytin yağı imâl etsin!.. Haydi biz bu aklımızla gerçek bir gül, bir bal yapalım!..”
O konuşuyor, herkes hayranlıkla dinliyor.
* * *
Rus asıllı bilim adamı Alexis Guy Obolensky, “Eşyalar taşınırken boşlukta iz bırakıyorlar” diyordu. Belki de yanlarında söylenen sözlerin izlerini bile yanlarında taşıyorlar: Üstad Bediüzzaman Hazretleri son zamanlarında Isparta’da yaşlı Fıtnat Hanımın evinde kiracı olarak kalıyordu. O hanımefendi bazen yemek yapar Üstad Hazretlerine gönderirdi. Her defasında Üstad ücretini verip gönderirdi. Bir seferinde gönderdiği yemeği şiddetle reddetti. Yemek geri gelince Fıtnat Hanım şu açıklamayı yaptı:
“Hata bende… Ben içimden yemeği gönderirken, ‘Be mübarek Üstad, böyle olacağına, beni nikahına alsan da, ortadan mahremiyet kalksa, ben yaptığım yemekleri sana kendim takdim etsem olmaz mı?’ diye içimden geçirmiştim. Demek Üstad bunu hissetti ve reddetti…”
* * *
Pakistanlı Dr. İşan Hüseyin, ödül almaya davet ediliyor ama şiddetli rüzgar ve yağmur sebebiyle uçaklar kalkmayınca, mutlaka gitmesi gerektiği için otobüse binip yola çıkıyor. Bir yere gelmişler ama seller ve sular sebebiyle otobüs de durmuş. Kendisi bir eve sığınmış. “Hayırlısı böyledir” demiş. Bakmış evde yaşlı bir kadın var ve bir çocuğa bakıyor. Tabii Dr. İşan Hüseyin’i tanımıyor. Kadın, “Bu çocuğun annesi-babası öldü, ben bakıyorum. Ama hasta. Aslında bunu tedavi için bir Dr. İşan Hüseyin varmış ona götürmem gerekir. Fakat götürecek imkanım yok, tedavi ettirecek param yok. Onun için hep Allah’a dua ediyorum.” diye konuşmuş. Dr. İşan Hüseyin bunu duyunca duygulanıp ağlamış; “Demek ki, hikmetiyle Cenab-ı Hak, bütün yolları kapatıp bana tek istikamet göstermiş… Orası da işte burası” demiş.
* * *
Demek ki, İcraat-ı İlahî’de hiç abes ve hikmetsiz iş yok…