On yıl öncesine kadar Ankara DGM'nin sürekli gündemin ön sıralarında olan başsavcısı Nusret Demiral, Türkiye'yi sarsan pek çok suikast ve olayın dosyasına bakan kişiydi. Demiral bunların pede arkasını
Nusret Demiral’ı bütün Türkiye, Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin kudretli başsavcısı olarak tanıdı. 1984’te bu göreve gelen Demiral, emekli olduğu 1995’e kadar Ankara’daki pek çok suikast dosyasına bakan, 37 kişinin öldüğü Madımak Oteli’nin yakılması soruşturmasını (Sivas davası) yapan, dokunulmazlıkları kaldırılan Demokrasi Partili (DEP) milletvekillerini Meclis’te gözaltına aldırıp tutuklatan kişiydi.
Nusret Demiral ile Ankara’da Çankaya’daki bürosunda yaptığımız görüşme onun bugüne kadar bilinmeyen birçok özelliğini daha ortaya çıkardı. Örneğin 1950’de Abdi İpekçi ve Nezih Demirkent ile birlikte İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisi iken Necip Fazıl Kısakürek’i ziyarete gitmiş ve ondan etkilenmişti. Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Ordusu lideri Deniz Gezmiş, 12 Mart 1971 muhtırasından altı gün sonra Sivas’ta yakalanıp Ankara’ya getirildiğinde sorgulanmak üzere onun önüne getirilmişti. O tarihte Ankara’da savcı olan Demiral, 48 saattir uykusuz olduğunu söyleyen Gezmiş’in kelepçelerini çözdürmüş ve cebindeki 50 lira ile yemek getirtip Gezmiş ile birlikte yemek yedikten sonra yedi saat süren ifadesine başlamıştı.
Demiral konuşmamızda yakın tarihin çok önemli suikastları hakkında da çarpıcı açıklamalar yaptı. Demiral; Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Ahmet Taner Kışlalı suikastları başta olmak üzere Ankara’da meydana gelen faili meçhullerin yakalanıp ceza alan sanıkları için, “Acaba bunlar gerçek sanıklar mı, yoksa yönlendirilmiş sanıklar mı?” sorusunu ortaya attı. 18 Haziran 1988’de yapılan Anavatan Partisi Kongresi’nde Özal’a ateş eden Kartal Demirağ’ı ikinci atışta, arkasında oturan Mamak Ortaköy muhtarı Ali Ünal’ın engellediğini belirten Demiral, “Muhtar güçlü kuvvetli bir kişi. Eğer muhtar Kartal’ın elini tutup çekmese ikinci kurşun mikrofon direğine değil tam Özal’ın kalbine gidiyordu.” diyor.
KISAKÜREK İLE TANIŞMA
Nusret Demiral’ın savcılık macerası onun 1949’da İstanbul Erkek Lisesi’ni bitirmesiyle başlıyor. Babasının, o zamanki adı “Şirketi Hayriye” olan İstanbul vapurlarının Bebek iskele memurluğu sebebiyle çocukluğu Bebek’te geçti. Liseyi bitirince babasının, “Öyle bir üniversite seç ki, zilini çaldığın her işin kapısını açsın.” tavsiyesi üzerine hukuk fakültesine giriyor. Çünkü o zaman her mesleğe girişte en ön sıradaki okul hukuktur. O yıllar, tek parti iktidarının son günlerini yaşadığı, Adnan Menderes ve arkadaşlarının kurduğu Demokrat Parti’nin iktidara gelmeye hazırlandığı bir dönemdir. Dönemin en önemli figürlerinden biri de ünlü şair Necip Fazıl Kısakürek’tir ve üniversite gençliğinin yakından izlediği bir kişidir.
Nusret Demiral, Kısakürek ile tanışmasını şöyle anlatıyor: “İkinci sınıftaydık. Eminönü’nden vilayete doğru çıkarken köşede o zaman Vakit gazetesi vardı. Necip Fazıl, onun iki bitişiğinde bir yerde, ikinci katta. Arkadaşlarımız oraya gidiyordu. Onların içinde Kubilay İmer diye benim sınıf arkadaşım vardı. Rahmetli oldu. Epeyce talebe Necip Fazıl’a gidip geliyordu. Necip Fazıl aklı başında, kafası çalışan, kendini bilen bir kişiydi. Bendeki intiba oydu. Ama dine aşırı bir bağlılığı vardı, Atatürk’e karşı sempatisinin biraz az olduğunu gördüm. Ama Atatürk sevgisinden yoksundu diyemem. Bir süre oturduk. Arkadaşlarımız tanıştırdılar. Nerede doğduğumu sordu. Tanışmamız öyle oldu. Ondan sonra şiirlerini, kitaplarını, hepsini okudum.”
DENİZ GEZMİŞ İLE KARŞI KARŞIYA
İstanbul Hukuk Fakültesi’nde Demiral’ın sınıf arkadaşları arasında üçü özellikle dikkat çekiyor. Bunlar, sonraki yıllarda Türk basınında önemli roller üstlenecek olan Abdi İpekçi, Nezih Demirkent ve Jön Türklerden Ahmet Bedevi Kuran’ın oğlu Alp Kuran.
Demiral ve bu arkadaşları üniversitede açılan gazetecilik enstitüsüne gitmeye başlar. İçlerinden gazeteciliğe karşı en çok hırsı olan kişi Abdi İpekçi’dir. Nitekim, gazetecilik aşkına okulu yarıda bırakır. Nezih Demirkent ise okulu bitirdikten sonra gazeteciliğe atılır. Mezuniyetten sonra yedek subay olarak askere giden Demiral, 1954’te başladığı stajını bitirip 1955’te Gümüşhane’nin Torul ilçesinde savcı olarak göreve başlar. Sonraki görev yeri Hacıbektaş’tır. Onu Ankara savcılığı izler. 1976’ya kadar Ankara’da kaldıktan sonra üç yıl Samsun başsavcısı olarak görev yapar; 1979’da yeniden Ankara’ya döner. Ankara Adliyesi’nde 1984’e kadar çalıştıktan sonra o yıl Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcılığı görevine atanır. İşte bu tarih Nusret Demiral’ın bütün Türkiye çapında en çok bilinen ve hakkında en çok tartışma yapılan savcı olması sürecinin başlangıcı.
Biraz gerilere gidip Abdi İpekçi’yi sorduğumuzda Demiral, “Okul albümünü üç arkadaşa yaptırırdık, biri Abdi İpekçi’ydi. O zaman Galatasaray Lisesi’nin köşesinde İpekçi ailesine ait Foto İpek vardı. Hatta İpekçi, her sömestrde bütün arkadaşlarımızı toplayıp yemek veriyordu.” diyor. Ancak, sonraki yıllarda İpekçi ile Demiral’ın herhangi bir teması olmamış: “Bir temasımız olmadı, ama yazılarını okuyordum. Ankara’da olduğumu biliyordu. Gelen avukat arkadaşlarımız vasıtasıyla birbirimize selam gönderirdik.” Peki, İpekçi 1979’da suikasta uğrayınca Demiral, arkadaşını kimlerin öldürdüğünü merak edip suikast araştırması ile hiç ilgilendi mi? Bu soruya “hayır” cevabını veriyor.
12 Mart 1971 muhtırasından sadece altı gün sonra Sivas’ın Gemerek ilçesinde yakalanıp Ankara’ya getirilen Deniz Gezmiş’i sorgulayan kişi Demiral’dı. Deniz Gezmiş, Demiral’ın önüne getirildiğinde hakkında tam 11 ayrı suçlama vardı. Bunlar arasında ABD Büyükelçisi Kommer’in arabasının 6 Ocak 1969 günü Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde (ODTÜ) yakılması; bir erin ölümü ile sonuçlanan ODTÜ kampüsündeki çatışma; hacze giden avukat ve polislerin Sevim Onursal’a ait evde silah zoruyla alıkonulup bağlanması; 25 Ağustos 1969 günü bindikleri taksi şoförünü (Mesut Erdinç) kendilerini ihbar etmesin deyip ağzını bantlayarak küvete koyduktan sonra orada unutup ölümüne sebebiyet vermek; 29 Aralık 1969’da ABD büyükelçiliği önündeki polis noktasını tarayıp polisleri yaralamak gibi olaylar vardı. Nusret Demiral bu 11 olayı saydıktan sonra, “İfadeni alacağız.” deyince Deniz Gezmiş, “Faşist cumhuriyet savcılarına ifade vermem.” cevabını veriyor.
FAŞİST CUMHURİYET OLMAZ
Gerisini Demiral şöyle anlatıyor: “Ben de dedim ki cumhuriyet kelimesinin yanında faşist kelimesi olmaz. İfade vermem dedi; ama sonra yedi saat ifade verdi. Hatta bir anımız var. Yemek yedin mi diye sordum. Yemedim dedi. Biz de yemedik, beraber yemek yiyelim dedim. Cebimde, o zamanın parasıyla 50 lira vardı. Bir şeyler aldık, yemek yedik. Hatta kelepçeli getirmişlerdi. Kelepçeleri çözün dedim. Çözülünce rahatladı. Ferahladı. Muhabbet ettik doğrusu. İfadenin dışında bir konuşmamız oldu. Kendisinden ifade almak için tabii bütün bunlar. Hemen pat küt, şunu söyle bunu söyle değil. Adam çok samimi olarak kendisini anlattı. Her şeyi söyledi orada… Biz senin ifadeni alacağız, bize her şeyi söyle, seni sıkıştırmıyoruz, şunu söyle, bunu söyle demiyoruz. Yemekten sonra, dâhil olduğu kişileri ve olayları anlattı. Nerelisin diye başladık. Erzurumlu olduğunu, bir öğretmenin oğlu olduğunu söyledi, kendi hayatından bahsetti. Yavaş, yavaş, ondan sonra her sorduğumuz soruya cevap verdi. Senin bu hareket tarzın nereden geliyor, neden bu yoldasın, örgüt üyesi misin dedik. Türk Halk Kurtuluş Partisi Ordusu’nun bir savaşçısıyım dedi. Bazı şeylerde ifade vermedi tabii. Ondan sonra sıkıyönetim mahkemesi açıldığı zaman bütün evraklar oraya gönderildi.”
ERDAL İNÖNÜ İLE DEVRİM TARTIŞMASI
O gün Deniz Gezmiş ile yaptığı konuşmaları, notlarından özenle aktaran Demiral, 18 Mart 1971 günü saat 19.25 itibariyle Gezmiş’in söylediklerini tutanağa şöyle geçirmiş: “Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu bugün Türkiye’de emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi veren ve ülkenin bağımsızlığının ancak silah zoruyla sağlanacağına inanan ve bu yolda silahlı mücadele yapan bir örgüttür. Bu örgütün herhangi bir örgütle ilişkisi bulunup bulunmadığı ve bu örgütün bir mensubu olup olmadığım hususuna cevap vermeyeceğim. Ben bu örgütün savaşçısıyım. Örgütteki rolüm ve çalışmalarım hakkındaki suale de cevap vermiyorum.”
Demiral’ın o günden hatırladığı bir diğer nokta Gezmiş’in, “48 saattir uykusuzum” demesiydi. Deniz Gezmiş de tıpkı Demiral gibi İstanbul Hukuk Fakültesi öğrencisiydi. 1966’da bu fakülteye girmişti, ancak 1969’da Filistin’deki kamplara gidince okulu terk etmişti. Demiral, o gün Gezmiş ile konuşurken, “Aynı üniversitede okuduk. Bizim zamanımızda da hadiseler olmaya başlamıştı.” deyince, Gezmiş bu sözlere hiçbir tepki vermemiş. Demiral, Gezmiş ile birlikte yaralı olarak yakalanan Yusuf Aslan’ın da ifadesini almış. Hastaneye gittiğinde Yusuf Aslan’ın, kasığından yaralı olduğu ve vücudunda diren olduğu halde ayağa kalktığını belirterek şöyle devam ediyor: “Karaciğerinden vurulmuştu, direnle besliyorlardı. Ona rağmen ayağa kalktı, selamladı, oturdu, ifadesini öyle aldık. Oradaki o terörist kişinin takındığı tavır, Türk örf ve adetlerine uygun, bir cumhuriyet savcısına karşı saygıyı simgeleyen bir hareket tarzıdır. Ama bugün onu göremiyoruz. Bugün duruşmalarda adam sana çakmak atıyor, küfür ediyor. Onlarda bu yok. Nereden nereye gelindi.”
ANKARA’DAKİ SUİKAST OLAYLARI
Demiral’ın o dönemde yaşadığı bir diğer olay, ODTÜ’ye soruşturma için gittiğinde rektör Erdal İnönü ile karşılaşması ve onunla yaptığı konuşmalar. Demiral bunu şöyle anlatıyor: “Deniz Gezmiş, üniversitede iki numaralı yurtta kalıyordu. Ayrı ayrı odaları vardı. Hegemonyasını kurmuş orada. Bütün oralarda baştanbaşa devrim kelimesi yazılmış. Erdal İnönü’ye dedim ki bu kelime ne? Burası üniversite, nasıl yazılıyor bunlar? Efendim işte inkılap demek. Hayır, devletin yurdu bu. Mesela İrfan Uçar diye bir çocuğumuz, DEV-SOL’un gıyabi tutuklu bir elemanı, polis arama yapınca Erdal İnönü’nün bulunduğu odaya giriyor. O vakit İnönü odada mı değil mi bilemiyorum. Yalnız vilayete tutuklu olup olmadığı soruluyor. Teslim etmek istemiyorlar polise. Vilayetten cevap gelinceye kadar öteki taraftan kaçtı. Sonradan yakalandı tabii.”
Nusret Demiral’ın Ankara DGM Başsavcısı olduğu dönemde 1988’de Özal’a yapılan suikast girişimi başta olmak üzere yarısı ölümle sonuçlanan 15 civarında suikast meydana geldi. Bunlar arasında Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy olayları ve dokuz yabancı diplomata yönelik saldırılar da var. Ancak Demiral’ın görev süresi boyunca bu olayların hiçbiri aydınlatılamadı. Sadece Özal suikastının faili Kartal Demirağ yakalandı; onun da kimler adına hareket ettiği ortaya konulamadı. Hatta o gün Demirağ’la birlikte kongreye gelen ve kendisinden daha uzun boylu olduğu bilinen arkadaşının kimliğine bile ulaşılamadı. Nusret Demiral ile konuşmamızın bu bölümü soru cevap biçiminde şöyle gelişti:
-Ankara’daki bu faili meçhulleri tanımlarken, “Bunlar bir tespihin taneleri gibidir, bir tanesi çözülürse, diğerleri de çözülür.” diyorsunuz. Neden?
Çünkü hareket tarzları aynı. Mesela bomba konuluyor, hep aynı bomba. Tabanca ile vuruluyor, hareket tarzı aynı. Bir Muammer Aksoy mesela. “Şıışşt” dediler, Muammer Aksoy arkaya döndü, vurdular. Ondan önce Ahmet Bedevi, Suudi Arabistanlı diplomat, onu vurdular. Onda da aynı şekilde. “Şıışşt” dediler, adam evine girerken, döndü, baktı, vurdular. Hareket tarzları hep aynı. Suçu işlemeden önceki hareket tarzları hep aynı…
-“Şıışşt” dediklerini nereden biliyoruz?
Söylüyorlar zaten. Yaptığımız soruşturmalardaki tanıklar söylüyor bunu.
-Bombalama olaylarındaki ortak nokta ne?
Bombalama olaylarında taktik, C-4 dediğimiz bomba, patlayıcı, çok ani şey yapıyor. Buharlaşıyor ve bulunduğu yeri, küçücük bir şey şu binayı yıkar. Uğur Mumcu’nun arabasının vites kolunun altına yapıştırmışlar. Vites koluna ip gibi bir şeyle iliştirmişler. Vitesi oynattığın zaman patlıyor. Ondan önce bir Amerikalı bilgisayar uzmanı, yine Çankaya’da iki yabancıya yapılan hadise, yaralandılar.
-Bomba dışarıdan geldi diyorsunuz. Bu C-4 Türkiye’de bulunmuyor mu?
Şimdi şöyle. O sıralarda Türkiye’de o olayları yapabilecek, güçte, kabiliyette kişileri biz bulamıyoruz. Çünkü 45 saniye içinde o bombanın oraya dikkat çekmeden yerleştirilmesi lazım. Uğur Mumcu’nun sanıkları yakalandı ve mahkûm edildi. Bu kişilerin anlatımları; ama acaba bu anlatımlara göre mi mahkûm edildi, yoksa bir tatbikat yapıldı mı, nasıl konuldu nasıl edildi…
-Konuştuğumuzda dediniz ki “Acaba bunlar gerçek sanıklar mı yoksa yönlendirilmiş sanıklar mı?” Yönlendirilmiş sanık ne demek?
Şimdi şöyle. İllegal örgütlerde örgüt tespit edilmesin veya tespit zorlaşsın diye tetikçiler yok edilir. Mesela adam bir ay sonra geliyor size bu suçu ben işledim diyor. Anlat diyorsun, anlatıyor. Hem de hazırlıklı geliyorlar. Mesela Özal’ın hadisesinde Kartal Demirağ çok hazırlıklıydı. Hatta biz dedik ki, kim var bunun içinde. Israr edildi. Her ısrarda tamam dedi. Siz ısrar ediyorsunuz tamam, benim anlattığıma inanmıyorsunuz, ben size birkaç senaryo yazayım, onları anlatayım dedi. Anlattı, senaryoları teyit de ettik. Mesela şu bankaya şu kadar para geldi diyor. Gittim baktım, hakikaten o para gelmiş. Ama hadise ile ilgisi yok. Suikast hadisesi ile hiç ilgisi olmayan bir şey. Başka bir şey anlattı yine öyle. Orada eğer o fotoğrafı çekilmeseydi (Gazeteci Osman Aydoğan’ın çektiği ve Demirağ’ı elinde silahla gösteren resim), tespiti mümkün değildi. Çünkü bir arkadaşı ile beraber gelmişti. İki kişi bunlar. Onları gören kişiler söyledi. Mesela Muammer Aksoy olayında bir sürü adam geldi, ben katilim dedi. Araştırdık, baktık hepsi hikâye. Adam manşete çıksın diye.
-Kendileri mi geliyor?
Kendileri geliyor.
-Mumcu olayında da oldu mu?
Mumcu olayında da oldu aynı şeyler. Onun için tespih taneleri gibi dedim. Bir tanesini çözersen hepsini bulursun. Nitekim bizden sonra bulundu. Doğru mu bulundu…
-Sizden sonra nasıl bulundu?
Bilemem.
-Çünkü bu kişiler on yıl boyunca Ankara’daymış.
Bilemiyorum. Polis devamlı takip ediyor.
-Peki bir ara Cumhuriyet gazetesine şöyle demişsiniz: “Uğur Mumcu’nun faillerini elimizden kaçırdık, bunlar yerli olsaydı mutlaka tespit ederdik. Yaptığımız araştırmaya göre bu patlayıcı yurtdışı kaynaklı örgütlerce kullanılıyor.”
O tarihlerde bu patlayıcı zannediyorum İngiltere’de, bir de Avrupa devletlerinden birinde üretiliyordu. Şimdi her yerde üretiliyor. Devamlı da yakalanıyor.
-Ülkü Coşkun, Ankara DGM Savcısı, devlet isterse Uğur Mumcu cinayetini çözer demişti.
Şu lafı o şekilde söylemiş değil. Devlet isterse değil, her kurum birbirine yardım etmek mecburiyetinde, kişiler birbirlerine yardım etmek mecburiyetinde. Şimdi bir şey görüyorsunuz, elinizde delil de var, kanaatiniz ne oldu, getirip bize vermeniz lazım. Saklamamanız lazım. Devlet isterse bunu çözer diye bir şeyi ben onun ağzından duymuş değilim. Çünkü soruşturmayı uzun süre o yaptı. Ondan sonra o hâkim olunca soruşturmayı Kemal Ayhan’a verdik. O da rahmetli oldu. Ondan sonra herhalde Talat Şalk aldı.
-Kemal Ayhan soruşturma sürerken vefat etti, hatta bazı kuşkular dile getirildi…
Yok, o solunum yetmezliğinden öldü. Çok şişmandı, doktora filan gitmiyordu.
DEVLET MUMCU’YU DİNLİYORDU
- Mehmet Ağar’ın da Uğur Mumcu’nun eşi Güldal Mumcu’ya söylediği bir söz var. “Bu bir duvardır. Eğer ben bir tuğla çekersem duvar yıkılır.” Burada aslında üzerinde durulan şu. Acaba bu işin devletin içinde de bazı bağlantıları var mı? Yok.
-Siz tespit edemediniz?
Tespit edemedik. Uğur Mumcu’yu devlet niçin vursun?
-Devlet değil de, mesela Susurluk’tan sonra bir sürü örgütlenmeler ortaya çıktı.
Yok onlar, ondan sonra oluştular. Uğur Mumcu’nun zamanında böyle derin devlettir, şudur budur söz konusu değildi. Uğur Mumcu zaten uzun süre tehdit edilmiş. Sekreteri bize anlattı her şeyi. Ama bize ihbar etmemiş. Polise de bir şey söylememiş. Ederlerse etsinler demiş. Halbuki telefonlarını dinlerdik, şahısları tespit ederdik. Nereden gelecek…
-Ama Mehmet Eymür ile yaptığımız röportajda Eymür, devletin Mumcu’yu dinlediğini söyledi…
Devlet herkesi dinler.
-Dinler tamam, ama siz Uğur Mumcu’yu dinlemediniz, devlet birimleri dinlediyse o tehditleri onlar da size ulaştırmamış demek ki.
Belki ulaştırmadı. Biz her şeyden, herkesten istedik. İstihbarat örgütlerinin yaptığı şeyler delil değildir, ama bizi yönlendirebilir. Onları istedik biz, ama bir bilgi alamadık. Defaatle istedik, alamadık.
-O zaman şunu söyleyebilir miyiz? Devletin ilgili birimleri Uğur Mumcu soruşturmasında size yeterince yardımcı olmadı.
Hayır öyle bir şey söyleyemeyiz. İstedik biz vermediler. Belki yoktu ellerinde. Bilgi yoktu, o bakımdan. Sekreterinin bana anlattığı, çünkü telefonu o kızcağız açıyor devamlı, böyle böyle söylüyorlardı, tehdit ediyorlardı diyor…
-Yarım kalan bir “Kürt dosyası” var.
Şimdi araştırma yapıyor adam. Nerede araştırma? Bir PKK araştırması…
-Siz o araştırmanın tamamını aldınız mı?
Bize eşi hiçbirisini vermedi. İstedik hepsini. Bize vermediler. Bilgisayarını bize verin, inceleyelim dedik. Onu da vermediler. Evine kadar gitti Ülkü Coşkun ifade almaya. Bize yardımcı olmadılar.
-Ailesi yardımcı olmadı mı?
Hayır olmadı. Aile bizi düşman ilan etti. Sanki biz yapmışız hadiseyi. Ben o zaman da dedim. Sanığı biz tespit etsek, idama karar verilse ipini ben çekerim dedim.
MECLİS’TEKİ ÇANTA OLAYI
-Uğur Mumcu ile dostluğunuz var mıydı?
Yok, bir soruşturma dolayısıyla tanışmıştık kendisiyle, ama çok eskiden.
-Ne zaman?
Meclis’te bir çanta çalınması hadisesi vardı. O da çantadaki şeyleri makalelerinde yazmıştı. Biz nereden aldın dedik. Bize gönderdiler filan dedi.
-Ne çantası?
Bir milletvekili, bir senatör arkadaşın çantasıydı herhalde, ismini hatırlamıyorum.
-Sonradan bu suikast olayları aydınlanınca sizin için sürpriz oldu mu?
Yok sürpriz olmadı. Her zaman aydınlanabilir. İki ayda da aydınlanabilir, üç ayda da, gecikebilir de. Her zaman söyledim. Çabuk da aydınlanabilir. Hadisenin akabinde, yerimiz de yakın hemen gittim. Gittiğimizde olay mahalline dolmuş herkes. Yerdeki deliller meliller her şey… Biz orada parça da topladık. Yerleri süpürttürdüm. Hepsini aldım götürdüm ben. Patlamayı biz öyle tespit ettik. Mesela rahmetlinin (Uğur Mumcu) beyin parçaları duvarlarda bulundu. Bu kadar güçlü bir patlama. 2,5 kilo diyorlar, şu kadar kilo diyorlar tahmini olarak söylendi. Çünkü iki üç gündür de o arabaya binmemiş. Çocuklarına da siz gelin, ben arabayı çalıştırayım demiş. Zannediyorum ki öyle de bir tedbiri vardı. Muhtemelen çocukları, hepsi içinde arabayı çalıştırsa hepsi gidecek. Sonra orada mesela, çok yakın yerlerde elçilikler var, polisler var. Kimsenin dikkati çekilmemiş demek ki orada. Öyle profesyonelce yapılmış ki o hareket, bomba takılması, araba dizili çünkü orada, bir sürü araba var…
-Şimdi son on yılda Türkiye’de şu ortaya çıktı. Kolları devletin içine de uzanan bazı örgütlenmeler var. Ama bunun üzerinde hiç durmuyorsunuz.
Şimdi ben buna yanaşmıyorum. Şöyle yanaşmıyorum. İllegal örgütler her yerde çalışma yapar. Her yerde yaptığı çalışma devletin içinde de olur. Adam sokar oraya, o devletin içinde demek değildir. Devletin içine bir adamını sokmuştur. Takip ediyor. Biz soruşturmacı olarak onları takip ederken bizi de takip ediyorlar. Çok dikkatli olunması lazım. Onun için ben gizliliğe çok şey yapmışımdır. Mesela Kartal Demirağ hadisesinde ertesi günü gazetelerde çıktı ifadesi. O yüzden Erbil Tuşalp’i tutuklattık. Niçin neşrediyorsun? Gizli dedik. Neşretmese belki daha değişik bir ortam oluşacak. Ondan sonra adam ifadeyi okudu, onun verdiği ifadeye göre de tedbirini aldı herkes. Çok önemli şeyler bunlar.
-Peki, o soruşturmayı siz yaptınız. Şu anda hâlâ Özal suikastı tartışılıyor Türkiye’de. Arkadaki güçlere neden ulaşılamadı?
Ulaşılamaz tabii, ulaşılamaz. O işi yapan kişi çok şey, Kartal Demirağ öyle boş bir insan değil ki. Biraz önce söyledim. Birkaç senaryo yazabilecek durumda. Orada bidayette Özal’ın verdiği bir emir var. Diyor ki, herkes buraya davetli, hiç kimsede arama yapmayacaksınız. Kimse aranmıyor.
-Özal’ın mı emri o?
Tabii aldığımız ifadelerde öyle. Demokratik ortamdır, demokrasidir, herkes kongreye gelebilir, gelecek ve geliyor. Hadise böyle. Bu şekilde bir müsamaha ortamı yaratıldıktan sonra polis de girenleri ne temaşa suretiyle ne de şeyle böyle, kim geldi hangi araba geldi. Mesela ben o zaman söyledim. Buraya gelen bütün arabaların plakalarını niçin almadınız? Böyle bir suikast olacağından kimsenin haberi olmamış ki. Aslında olması lazım. Yani orada bir kongre yapılıyor. Özal’a karşı antipati besleyen kişiler kim. Daha önce karaborsacı olan bir camia var Türkiye’de. Sigara satıyor, içki satıyor, onların hepsi, kuyruk ortamı hepsi kalktı Özal zamanında. Bunlar kalkınca bundan para kazanan kişiler elbette Özal’a sempati duymadılar.
MUHTAR’IN HAREKETİ ÖZAL’IN HAYATINI KURTARDI
-Kim bunlar?
Bunlar bu kaçakçılığı yapan güçlerdir. Bunu yapan güçlerin tespit edilebilmesi için şeyin çözülmesi lazım. Ancak biz o zaman çocuğu daha önce cezaevinde ziyaret eden Osman Atay (Afyonlu İşadamı Kemal Horzum’un İsviçre’de yaşayan arkadaşı) gelmiş sen bu kadar basit işlerin adamı değil, daha büyük işlerin adamısın diye onu yönlendirmiş. Aynı memlekette birisi İsviçre’de yaşayan bir adam. Benim bulunduğum sürece Osman Atay Türkiye’ye gelmedi. Ama ben ayrıldıktan sonra geldi, hakkında takipsizlik kararı verildi. 1996’da filan olacak.
-Salonda da tatbikat yaptınız. İkinci kişi salona girmiş mi?
Yok girmemiş.
-Ama salonda görenler var. Hatta o gün kongre salonunda olan Mamak Ortaköy muhtarı Ali Ünal, Kartal Demirağ Özal’a ateş ederken; onu engellemeye çalışıyor, sonra arkadan birisi muhtara vuruyor. Eski askerî savcı olan ANAP milletvekili Faik Tarımcıoğlu da diyor ki, “İkinci kişiyi gördüm, yakalayın dedim, ama kaçtı.”
Tabii arkadan birisi vuruyor. O gelen arkadaşı mı değil mi. Çünkü onlar ayrılmışlar birbirlerinden. Kartal Demirağ’dan biraz da uzun olduğu söylenir o çocuğun. İşte kot pantolon giymişler… Muhtar güçlü kuvvetli. Muhtara kimse bir şey yapacak durumda değil. Kartal Demirağ bir silah atıyor, ikinci silahı atıyor. İkinciyi atarken muhtar elini çekiyor ve aşağıya isabet etti. O kurşun da mikrofon direğine saplanmış. Özal rahmetli de aşağıya sinmişti. Kurşun eğer mikrofon direğine gelmese Özal’ın kalbine geliyordu. Yaptığımız inceleme orada o oldu.
-Kartal söylüyor mu, arkadaşım vardı diye?
O hususta hiçbir şey söylemiyor, yalnız geldim diyor. O hususta hiçbir şey söylemedi. Bir de orada ifade aldığım kişiler, gören kişiler, gazeteci kişiler söylediler. Muhtar söylüyor… Zaten silah patlamaya başlayınca kaçıyor hepsi. Zaten silah da eften püften bir silah. Öyle güçlü bir silah değil.
-Silah nasıl girmiş içeriye? Bir çelengin içine gizlenerek içeri sokulduğu söylendi?
Hayır, hayır. Üzerinde adamın silah.
-Eften püften bir silah diyorsunuz. Özal ise bu silah öyle bir silah ki, en fazla iki defa ateş etmeye ayarlıydı diyor.
Hayır, öyle bir şey yok. Üçüncü ateşi yaptıramamış. Tutukluk yapmış namlu.
-Daha sonra bu silahla defalarca atış yapılmış, her seferinde ikinci atıştan sonra tutukluk yapmış..
Yani eften püften dediğim. İki tane şey attın namlu ısınıyor. Namlu ısınınca tabii…
-Ama hep öyle olmuş…
Yok, öyle bir şey yok.
-Özal ile birebir konuştunuz mu?
Tabii konuştuk. Hatta üçüncü bir silah sesinden bahsetti. Yaptığımız şeyde üçüncü silah sesi olmadığı, üçüncü sesin; kurşun mikrofon direğine çarpıp deliyor ya, mikrofon direğinin düşme sesi olduğunu gösterdik. İlk iki ses patlama sesi, üçüncü ses çarpma sesi. Üçüncü ses öyle. Özal ısrarla söyledi hatta. Birebir yüz yüze konuştuğumuzda. Öyle bir şey yok dedik. Bilirkişi arkadaşımıza sorduk. Silah sesi ile çarpma sesi birbirinden ayrı.
-Peki Özal’a salona herkes alınacak talimatını siz mi verdiniz diye sordunuz mu?
Hayır, öyle bir şey sormadık. Öyle bir şeye lüzum yok. Zaten Özal’ın ifadesini de almadık.
BELKİ DE ÖZAL BİLİYORDU
-O mu sizi çağırdı?
Konuta çağırmıştı. Gittim, orada baktım kaseti gösteriyor bana. Üçüncü silah sesi deyince nereden çıkarıyorsunuz dedim. Biraz dikkatli seyredin dedim. Üçüncü ses silah sesi değil. Silah sesi tak tak diyor öteki tak diye düşüyor. Öncekiler silah sesleri, öteki silah sesi değil, çarpmanın getirdiği bir ses.
-Size arkadaki güçler kimler diye sordu mu?
Yok, o hususta hiçbir şey söylemedi. Belki de biliyordu.
-Sonra Özal size, bu işin arkasında kimse çıkmadı mı gibi bir şey söyledi mi?
Hayır. Hatırlamıyorum, öyle bir şey söylemedi.
-Siz bir şey söylediniz mi kendisine?
Yok biz soruşturmayı gizli tutarız. Kim olursa olsun söylemem ben. Dava açıldıktan sonra Özal’a gitmedim zaten, dava açılıncaya kadar görüşmemiz oldu. O kadar.
-Kartal Demirağ, cezaevinden çıktıktan sonra, “Allah Özal’ı öldürmemi istemedi. Eğer Özal ölse ben de öleceğimi biliyordum.” dedi. Size de böyle bir şey söyledi mi?
Hayır söylemedi.
-Bir de ilk ifadelerinde özellikle Özal’ı vurmak düşüncem yoktu. Bu Uğur Mumcu da olabilirdi demiş.
Yok, öyle bir şey söylemedi. Mektup gönderdim. Sonra silahımı aldım, geldim ve vurdum diyor.
-İşte o mektup olayı var. Kartal Demirağ, Semra Özal’a yazdığı mektupta diyor ki, “Örgütümüz sizi yok etmeyi amaçlıyor. Eğer af yoksa yeminimiz kutsaldır…
Söylemiş olabilir.
-Şimdi eski bir Yargıtay savcısı var. Uğur Tönük. Onun anlatımları var. Özal bizi görevlendirdi, bir dizi çalışma yaptık. Kartal Demirağ’ın Afyon bölgesinde bir Kontrgerilla örgütünün elemanı olduğunu tespit ettik.” diyor.
Bilmiyorum hiç. O hususları hiç soruşturmadım, bilmiyorum.
-Siz öyle bir örgüt tespit edemediniz.
Yok yok hayır.
-Peki sordunuz mu bu örgüt nedir?
Tespit edemedik ki.
KUTSAL YEMİNİN ANLAMI
-Hayır Kartal Demirağ’a sordunuz mu bunu?
Adam o cevabı hiç vermiyor ki. Mektup gönderdim diyor. Yazdım diyor. Örgüt kendisi.
-Yeminimiz kutsaldır diyor.
Yok yok, hikaye onlar. Yemini kutsal; çünkü sen bize söz verdin af çıkarmadın, biz de cezaevindeki bütün kişiler sana karşı bir kin besledik. Ben milliyetçi bir insanım, geldim, vurdum.
-Özal af sözü vermiş mi onlara?
Herhalde propaganda konuşmalarında söylemiş ki…
-Niye bir örgüt bağlantısı tespit edilemedi. Üstelik sanık elde ve ben bir örgüt üyesiyim diyor.
O zaman, zaten illegal örgütler arasında aşırı sağ bir örgüt yoktu.
-Burada tabii söylenen şu. Acaba devletin içine de uzanan bir örgüt mü vardı?
Hayır hayır. Öyle bir şey yok. Özal’a esas bu hareket tarzının sergilenmesi, bir af ortamı, af ortamını şemsiye eden onun içindeki ortamda, ancak Özal iktidara geldikten sonra kuyruklar bitti. Bazı kişilerin mamalarına son verildi. Kim bunlar, kaçakçılar. Bunun üzerine biz hassasiyetle gittik. Bir bağlantı kuramadık.
-O bağlantı da kurulamadı
Evet, o bağlantı da kurulamadı.
-Arkadakilere ulaşamadık dediniz.
Tabii, aslında ulaşmak lazımdı. Mesela hep şeyin üstünde durmuşumdur. O gün oraya gelen arabaların numaraları tespit edilmiş olsaydı…
-Ama zaten Kartal Demirağ ticari bir taksiyle gelmiş.
Gelsin canım. Söylüyor zaten hangi taksiyle geldiğini. Biliyoruz biz.
-Öteki arabalar niye önemli sizin için.
Onlarda, onunla beraber gelen bir sürü adam olur. Ona yakın. Onun için tespit edemedik. Arabalar olsaydı, o kişileri araştıracaktık biz. Biraz önce ne dedin. Özal, şu oldu, bu oldu dedi. Şüpheleri var adamın. Benim yaptığım icraatlardan dolayı bana düşman olanlar oldu. Nedir o? Onların ticari ortamını kaldırdı? Neden? Ticari ortamda bir sıkıntı vardı, onu gevşetti. O bakımdan biz onun üzerinde hassasiyetle durduk. Fakat tabii tespit edilemedi. Edilemediği için bir şey yapamadık.
AKSİYON