Deniz mezarlığı

Buz gibi denizin ortasında çaresizce çırpınırken ne düşündüler? Birbirlerine nasıl seslendiler? Geride bıraktıkları hayat akıllarından geçerken küskünlük mü, öfke mi duydular?
Yazar Can Bahadır Yüce Hizmet Hareketi'ne yönelik soykırımdan kaçarken Ege'de boğulan Maden Ailesi'ni yazdı. İşte Kronosnews'ta yayınlanan o yazı:

Deniz Mezarlığı

• “Kıyıya vuran çocuk ölüleri”: Olsa olsa gerçeküstücü bir şiirde yan yana gelecek dört sözcük, şimdi bir gerçeklik olarak önümüzde duruyor. Bunca yalın acının üstüne ne söylenebilir? “Deniz Mezarlığı” şiirinde Valéry şöyle demişti: “Ey güzelim adalet sana tutunuyorum.” Tutunacak bir şey kaldı mı ki? Adaletli bir coğrafyada sahillere çocuk ölüleri vurmazdı.

• Peter Singer’ın yıllar önce koyduğu o ünlü felsefe ilkesi bugün de geçerli: Mesafe, boğulan bir çocuğa karşı sorumluluğumuzun derecesini değiştirmez. Ankara’da ya da Şam’da, New York’ta ya da Ege’de—herkesin sorumluluğu var.

• Çocuk ve sahil deyince aklıma ilk 400 Darbe’nin o müthiş final sahnesi geliyor: Truffaut filmin sonunda çocuk kahramanını denizle buluşturur. Kumsalda yürüyen çocuğun özgürlüğe kavuştuğu an, denizin bir çocuk için özgürlükle eş anlamlı olduğunu anlatır gibidir. Özgürlüğe denizden açılmak, toplumsal belleğimizde de tanıdık bir imge: “Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar“dan özgürlüğü denizle özdeş sayan Orhan Veli’ye kadar: “Görmüyor musun her yanda hürriyet / Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol / Git gidebildiğin yere…” Bugün mağdurların özgürlük hayallerinin hep denizden geçtiğini düşününce bu dizelerin yükü ağırlaşıyor.

• Ulaşmak, konuşmak istediklerimizle aramızda soğuk bir denizin dalgaları yükseliyor. Oysa deniz bizi ayıran değil, birleştiren şey olmalıydı. Sanki herkes kendi çocuğuna ağlıyor, ötekinin yavrusu için kolunu kıpırdatmıyor. Çocukların ideolojisi, partisi, cemaati olmaz. Eren Bülbül’e, Uğur Kaymaz’a, Engin Tilbaç’a, Feridun Maden’e aynı anda üzülmek bu kadar mı zor?

• Çocukluğum o denizi gören evlerde geçtiğinden mi, deniz diye hep Aylan’ın, Nadire’nin, Nur’un, Feridun’un minik bedenlerini sahile taşıyan Ege’nin sularını düşünürüm. (Buz gibi denizin ortasında çaresizce çırpınırken ne düşündüler? Birbirlerine nasıl seslendiler? Geride bıraktıkları hayat akıllarından geçerken küskünlük mü, öfke mi duydular?) Okyanus sularına dokunmuşluğum, iç denizlerin kıyısında dolaşmışlığım var, yine de benim için deniz ‘orası’dır. Yıllardır denize kıyısı olmayan şehirlerde, bazen rüyada ayaklarımı hâlâ o sulara değdiriyorum. Halikarnas Balıkçısı’nın romanındaki gibi “Aganta!” diyerek o sahillerden maviliklere açıldığımı düşlüyorum (belki bir tür “deniz gurbeti”). Şimdi deniz: Yalnız bir çocuk mezarı imgesi.

• Çocukluğunuz kıyılarda geçtiyse, deniz yazarlarına duyduğunuz yakınlığın gerekçesi her zaman edebiyat değildir. Denizi en güzel yazanlardan biri, Joseph Conrad “dünyanın büyük sularına açılmış,” yıllarca gemilerde tayfa olarak çalışmıştı. Lord Jim romanında kahramanın terk ettiği gemiye Patna adını verdi. Conrad’ın niçin “patria” (vatan) sözcüğünü çağrıştıran bu adı seçtiğini epeydir anlıyorum.

• Çocuklar dünyaya sahile vurmuş bedenleriyle ciğerimizi yakmak için değil, o kıyılarda oynamak için gelirler. Birkaç yıl önce Aylan Kürdi’nin, şimdi Feridun Maden’in fotoğraflarına bakarken, hep Lorca’nın dizeleri (belleğim yanıltmıyorsa Ülkü Tamer çevirisi): “çok kaybettim kendimi denizde / kaybettiğim gibi / bazı çocukların kalbinde.”

• Roberto Bolaño romanlarda çocukların öldürülmesine dayanamaz, çocuk kahramanları öldüren yazarlara öfkelenirdi. Bunu hiç unutmadım ve edebiyatta gizli bir yasa saydım. Çocukların romanlarda öldürülmesine dayanamazken, zulümle öldürüldüğü bir dünyada yaşamaya nasıl dayanılır?
23 Kasım 2017 01:22
DİĞER HABERLER