''Şimdi de şiddetli bir kış sürecini yaşamakta olduğumuz herkesin malumudur… Seneler önce yazdığı bir Başyazı’da Muhammed Fethullah Gülen Hocaefendi, “Söğüt’ün Bağrındaki Diriliş”i anlatıyor.''
Safvet Senih / samanyoluhaber.com
Dirilişler
Garip olarak başlayan İslâmiyetin zaman zaman gecelere ve kışlara maruz kalacağı, tekrar bu garipliklerden, mağduriyet ve mazlumiyetlerden sonra baharlara ve yazlara kavuşacağı malum hadis-i şerifle müjdelenmiştir… Şimdi de öyle şiddetli bir kış sürecini yaşamakta olduğumuz herkesin malumudur… Seneler önce yazdığı bir Başyazı’da Muhammed Fethullah Gülen Hocaefendi, “Söğüt’ün Bağrındaki Diriliş”i şöyle anlatıyor:
“Dünya kuruldu kurulalı gündüzler geceleri, ışık da karanlığı adım adım takip etmekte; yok olmaları VAR olmalar, ölmeleri de DİRİLMELER kovalayıp durmaktadır. Toprağın sinesinde kendini çürümeye salmış bir TOHUM, sümbül hayatını netice vermekte; kayaların bağrını döl yatağı edinmiş minik çam çekirdeği, şartların müsamahasızlığına rağmen salkım salkım boy atıp gelişmekte ve tıpkı hasmını yenmiş bir glatyatör havası içinde, dalların diliyle gerilip varlığını haykırmaktadır… Nice dev Çağlayanlar vardır ki, menbaları küçük birer Sızıntı; nice bitip tükenme bilmeyen Işık Kaynakları vardır ki, esasları birer zerreden ibarettir. Tomurcuk dudaklarını açıp varlığını haykıracağı, güller, çiçekler yüzümüze gamze çakacakları güne kadar onların varlıklarından haberdar bile olamayız. Oysa ki, onlar, İsrafil’in Sûr’unu çoktan duymuş ve belli bir tempo ile dirilişe geçmişlerdir bile…
“Cihanı üst üste karanlıkların sardığı bir dönemde, âdeta Kehkeşanlardan yıldızlar derip, bununla her gün ayrı bir donanma gecesi teşkil ederek kendi ülke ve kendi insanına hep başka başka şenlikleri yaşatanlar, üstûreleşen koca bir tarihin ilk rüyalarını cılız bir SÖĞÜT Ağacının dalları altında görmüşlerdi.
“Mütevâzi bir toprak parçası üzerinde hayat yaşayan bir avuç insanın, hayallere sığmayan bir müthiş patlamayla, denizlerin dev dalgaları gibi birdenbire belirip ortaya çıkmaları, hangi sebeplerle izah edilirse edilsin, katiyen inandırıcı olamayacaktır. (…) Dostların vefa bilmediği, düşmanların cefadan yılmadığı, handikapların handikapları takip ettiği çalkantılı bir devrede, her türlü imkânsızlığı aşarak kemmiyetin (sayı çokluğunun) bütün müesseselerine galebe çalmaları, yani ‘bir sineğin, bir kartalı sallayıp yere vurması’ nasıl mümkün olmuştu?.. Rica ederim, olup biten bunca şeye; ganimet tutkusu, şöhret hissi, kavga hırsı, cihanı istila etme arzusu dememiz mümkün müdür?
“Hayır hayır! Bu âteşin ruhları harekete geçiren, bu çelik iradeleri dünyanın hâkimi kılan sır, ne bunlarda ne de bunlar gibi şeylerde katiyen aranmamalıdır. Bence bu sır, onların sağlam inançlarında, tarih şuurlarında ve mukaddes ideallerinde aranmalıdır. (…)
“Yüksek inanç sistemi, ruhundaki fazilet aşkı, herkesi hayran bırakan güzel seciye, üstün ahlâk, disiplin ruhu, itaat şuuru ve hayatı hakir görme gibi eşsiz meziyetleri sayesinde, dünyanın üç kıtasında yaşayan insanların hemen ekserisinin gönüllerini fethederek arkasına almasını bildi. (…) Şöhret ve servet, hiçbir zaman inanç ve yüksek ideallere bağlılık kadar insanlık üzerinde tesirli olamamıştır ve olamazdı da…
“Bir gökkuşağı gibi daima onların düşünce ufkuna tutan ve bir bayrak gibi hep başlarının üzerinde dalgalanıp duran bu yüksek inanç idealinin, onlar üzerinde tesiri o kadar büyük olmuştur ki, daha ilk kıpırdanış dönemlerinde, altı-yedi yüz senelik muhteşem bir milletin düşünce hareketinin, teşkilat ve idaresinin plan ve programlarının mevcut olduğu hemen sezilebilir. Bir de bu yüksek ideal; sağlam bir dînî duygu, dupduru bir heyecan, her işte sıkı bir disiplin, fevkalâde yiğitlik ve civanmertlik; herkesi memnun edecek ölçüde bir idare, işleyen bir adliye, cesaret ve hak ölçüsüyle gürül gürül bir askerî bir teşkilatta bütünleşince çarçabuk dünyanın efendisi oluvermişti.
“Aslında bu, tarih felsefesine göre tabiî bir netice idi. Zira bir tarafta kin, nefret ve türlü türlü ihtiraslarla, durmadan bir cadı kazanı gibi kaynayan, çevrede çapulculuk yaparak zayıfları ezen millet şeklindeki yığınlar; beri tarafta, insanlık ve mürüvvet adına mazlumların imdadına koşan, dünyayı yeni baştan hak ölçüsüne göre planlayan, camileri, çeşmeleri, sebilleri hastaneleri, vakıf ve imaretleriyle yüzlerce insanî müesseseyi gergef gibi işleyen incelerden ince ayrı bir dünya… Bu dünya, insanlık çapında, hayata yeni bir mânâ, yeni bir tefsir getirme düşüncesiyle ortaya çıktı ve yeryüzünü saran bütün şirretliklere rağmen, kendine has bu yüksek hayat felsefesini insanlığa kabul ettirmesini bildi.
“Keşke, bu mübarek dünya, duygu, düşünce ve anlayış ve hayat felsefesiyle hiç değişmeseydi! Keşke, onun yiğitliği, sadeliği ve mertliği bugüne kadar dipdiri kalabilseydi! Keşke o, muhteşem saray ve yüksek kasırların altın yıldızlı kubbeleri altında, baygın ve mahmur dolaşan hasım dünyanın talihsiz insanlarının durumuna düşmeseydi!..
“Ah, o zevkle dalıp özden uzaklaşmalar, fîruze ve zebercet yaldızlı tavanlar altında çalım satmalar; zümrüt gibi bağ ve bahçelerde, lâle ve zambaklar arasında mest ve mahmur rahata ve rehavete teslim olmalar!..
“Eyvah ki, bütün bunların hepsi oldu!... Ne çıkar!.. Söğüt’ün gök rengi tomurcuklarının dudaklarında yeni bir günün muştusu var!..”
İnşaallah bu muştu köküyle gürleyerek insanlığa hizmet ve yaşatma idealleriyle arz-ı endam eder.