Cumhurbaşkanı Gül'ün Diyarbakır ziyareti, tarihe düşülmüş önemli bir nottur. Halkla Cumhurbaşkanı'nın kucaklaşması, bir kısım karamsar yorumları da boşluğa düşürüyor. Halktaki coşku, parçalanma fikrinin değil, bir arada yaşama arzusunun son göstergesiydi. O sevgi seli, o coşku manzarası boşuna değil.
Medyanın temel bir yanılgısı ve yanlış bir yaklaşım biçimi Kürt sorununu bazen bambaşka bir mecraya savuruyor. PKK'ya ve ona yakınlığı ile bilinen partiye bütün Kürtlerin temsilcisi gibi davranılıyor. Bazen de o cenahtan gelen gürültülü sözlerin şehvetine kapılıyor medya. Tahrik edici cümlelerden başlık çıkarmak, ses getirici beyanlardan manşet devşirmek belki daha kolay geliyor gazete yöneticilerine. Tabii ki o cephe de sorunun bir parçası; ancak ne Kürtlerin tamamını temsil etme hakkına sahipler ne de bu sorun üzerine haciz koyacak güce. Zaten şu ana kadar elde edilen seçim sonuçları, örgüt ve güdümündeki partilerin bütün Kürtleri temsil etmediğinin açık göstergesidir.
Son dönemde yaşanan 'iki dil' tartışmasına özerklik gibi hararetli bir mevzu da eklenince Türkiye'de tansiyon bir hayli yükselmişti. Bu taleplerin eninde sonunda ülkeyi parçalanmaya götüreceği endişesi sarmıştı herkesi. Milli Güvenlik Kurulu'nun (MGK) bildiri yayınlayıp sivil bir toplantıyı tehdit ediyor gibi konuşmasına usulen itiraz edilebilir; ancak bir gerçeği görmek şartıyla: Bazı BDP'lilerin ısrarla kaşıdığı konular sadece devlette değil, çok geniş halk kitlelerinde de endişeye sebebiyet veriyor.
Tahrik edici üslup aslında Kürtleri toplumun tamamından tecrit ediyor, öteki haline getiriyor. Barış ve Demokrasi Partili (BDP) bazı yetkililerin ya basireti tamamen bağlanmış ve bu gerçeği görmüyor ya da kışkırtıcı üslubu kasıtlı seçiyorlar. Seçim öncesinde tansiyonu yükseltmek BDP'ye de yarayabilir; lakin Kürtler ve Türkiye'de yaşayan diğer insanlar arasında açılan mesafeyi daha sonra kapatmak sanıldığı kadar kolay olmayabilir.
Türkiye eski Türkiye değil; Güneydoğu da eski Güneydoğu. Kürtlerin çok büyük çoğunluğu eskiden Güneydoğu'da yaşıyordu; şimdi bütün Türkiye'de yaşıyorlar. Bölmek istesen de artık bu iç içe gitmiş yapıyı bölemezsin. Zaten yüzyıllar boyunca aynı hamurla yoğrulmuş insanlardan bahsediyoruz. Aynı din, aynı gelenek, aynı kader... Akrabalık var, komşuluk var, ortaklık var... Bu kadar iç içe girmiş halkların değil fiilen bölünmesi, bunun sürekli konuşuluyor olması bile büyük yaralar açar. Öyle bir şey olsa (Allah korusun) bu kime yarar; Kürtlere mi? Asla. Türkiye'nin büyümesi ve bölgede önemli bir güç haline gelmesinden kim(ler) rahatsız ise bu meş'um senaryo ancak onların işine yarar. Kaldı ki ne gereği var bölünmenin, parçalanmanın, kurda kuşa yem olmanın?
"Canım biz bölünmek istemiyoruz ki!" deyip sonra bölünmeyi çağrıştıracak her şeyi yapmak, en hafif tabirle müraî bir yol seçmektir. Bu yolu yürüye yürüye aşındıran bazı insanlar halkın sesine kulak vermiyor. Görünüşe bakılırsa ya yaptıklarının sosyal sonuçlarını kestiremedikleri için bir maceraya kapılmış gidiyorlar; yahut yaklaşan seçimden ele avuca gelecek bir sonuç alabilmek için toplumun sinir uçlarıyla oynuyorlar. Aslında kullanılan bölücü dil, toplumu Kürtler ve Kürt olmayanlar diye ikiye ayırıyor ve en çok Kürtleri zor durumda bırakıyor. Bu durumdan Kürtlerin rahatsız olmaması mümkün değil. Çünkü kendini Kürtlerin temsilcisi diye takdim eden bir parti, Kürtleri toplumun tamamından koparacak bir yola sürüklüyor. Aslında ne malum parti Kürtlerin tamamını temsil ediyor ne de izlenen yol Kürtleri memnun edici özellikler taşıyor...
Bu çerçevede, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Diyarbakır ziyareti, tarihe düşülmüş önemli bir nottur. Halkla Cumhurbaşkanı'nın kucaklaşması bir kısım karamsar yorumları da boşluğa düşürüyor. Halktaki coşku, parçalanma fikrinin değil, bir arada yaşama arzusunun son göstergesiydi. İki gün boyunca, orada yaşayan halk Cumhurbaşkanı'nı bağrına bastı. O sevgi seli, o coşku manzarası boşuna değil. Yediden yetmişe herkesin Gül'e gösterdiği teveccüh, birlik ve dirliğimizin sosyal bir yansımasıydı.
Ortaya çıkan manzara karşısında Cumhurbaşkanı halka şöyle seslenmiş:
"Bu gösterdiğiniz sevgi, muhabbet benim şahsımda milletimize, devletimize, vatanımıza gösterdiğiniz sevgidir. Bin yıldır kardeşiz. Hepinizi sevgi ve muhabbetle kucaklıyorum. Bu kardeşliği ve dostluğu ilelebet hep beraber yaşatacağız."
Sözün özü de budur zaten. Başka söze ne hacet!
Damat Bey yanlış biliyor
Balyoz darbe davasının bir numaralı sanığı emekli Orgeneral Çetin Doğan. İddialar ilk ortaya atıldığında Doğan, t24 adlı bir siteye sıcağı sıcağına konuşmuş, teşebbüslerini açıktan açığa savunmuş ve "İç tehdit olarak değerlendirilen bölücü ve irticai gelişmelerin EMASYA planları çerçevesinde değerlendirildiğini" söylemişti. Sonra birileri heyecanlı açıklamalarından dolayı Çetin Bey'i uyarmış olsa gerek ki laf değişti ve Doğan, 'harp oyunları' ve 'savaş senaryoları' oynadıklarını söylemeye başladı. EMASYA'yı da unuttu 'iç tehdit' üzerinden kendilerine vehmettiği gücü de.
Kamuoyu Çetin Doğan'ın meşhur bir damadının olduğunu Balyoz davası ortaya çıktığında anladı. Harvard'da ekonomi profesörü olan Dani Rodrik'i aslında herkes biliyordu; hatta 28 Şubat sonrasında ismi sıkça vitrine çıkarılmıştı. Ne var ki bir dönem onca yakın tanıtımına rağmen, medya Çetin Doğan ile yakın akraba olduğunu hiç dile getirmemişti. Her neyse... Şimdilerde Damat Bey, Doğan Medya TV'lerini tek tek geziyor ve kayınpederinin haklı olduğunu ispatlamaya çalışıyor. Yaptığını vefalı bir davranış biçimi olarak nitelemek hatta bir bakıma takdir etmek mümkün. Lakin beyefendi hem Balyoz davası ile ilgili yanlış bilgi veriyor hem de bazı insanları zan altında bırakıyor.
İddianameyi çürütecek deliller bulduğunu iddia ediyor ve belgelerin üretildiğini ifade ediyor. Alper Görmüş, Rodrik'in iddialarına sağlam ve somut cevaplar verince Rodrik ailesi hakarete varan tepkiler ortaya koyuyor. Oysa mesele çok açık: İddialar ortaya atılır atılmaz hem İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı harekete geçti hem askerî savcılık. Ele geçen 4 DVD hem emniyetin kriminal laboratuvarında incelendi hem TÜBİTAK'ın laboratuvarında ve rapor tutuldu. O raporlar, belgelerin orijinal olduğunu söyleyince dava bu aşamaya geldi. Ayrıca daha o günlerde Kara Kuvvetleri Komutanlığı 'resmî ve yasal çerçeve dışına çıkıldığı' yönünde rapor tutmuştu.
Rodrik ailesi televizyonlara çıktığında Balyoz konusunda uzman gazetecilerin telefona bağlanmasına razı olmuyor. Niçin? "Sizi Balyoz davasını iyi bilen insanlarla birlikte programa çağırsak..." dendiğinde "Asla!" dercesine karşı çıkıyor. Niçin? Kendileri çalıp kendileri oynuyor. Bazı saf meslektaşlarımız da onların delilsiz mesnetsiz laflarına inanıveriyor. Balyoz için 'belge üretme'ye gerek yok ki! Çetin Doğan zaten 5-7 Mart tarihinde Selimiye Kışlası'nda yaptığı toplantıda her şeyi 'EMASYA çerçevesi'nde (!) kaydetmiş. Orada yaptığı coşkun konuşmayı Damat Bey anlamıyor mu? Haydi o anlamadı, bazı gazeteciler siyasete doğrudan müdahale konusunda pek meşhur Çetin Bey'in oradaki konuşmalarını hiç dinlemedi mi? Hiç olmazsa resmî kayıtlara girmiş şu cümleye kulak verin: "Toplumsal olaylarda artık acıma bilmem ne yapma falan yok. Bayrak açmış adamlar. Yeşil bayraklarla dolaşan insanlara karşı öyle tavizdir, bilmem nedir efendim, dağılınız bilmem ne, dağılma değil toparlanma var, tepeleme var, başka bir şey yok."
Rodrik ailesi zayıf iddialarla Balyoz davasını sulandırmayı deniyor, kendi saygınlıklarını bitiriyor. Bu arada doğruları konuşanlar hakkında yalan beyanda bulunmaktan da çekinmiyorlar. Mesela Taraf yazarı Rasim Ozan Kütahyalı, Balyoz davasına dair somut delilleri sıralamış ve Rodrik'in askerî darbe konusunda daha duyarlı olması gerektiğini ifade etmişti. Bunu söylerken şu ifadelere yer vermişti: "Her şey bir yana benim üzüldüğüm şey Dani Rodrik gibi Yahudi bir entelektüelin 1934 Trakya ve 1942 Varlık Vergisi rezaletine imza atmış faşist bir zihniyetle aynı safa düşmesi... Kayınpederini savunurken 'self hater Jew' (Kendinden nefret eden Yahudi) olmamaya dikkat et bence Rodrik... Cellatlarına âşık olmak sana yakışmaz." Bu ifadelerden yola çıkan Rodrik ailesi, Kütahyalı'yı 'anti semitist' ilan ediverdi. Oysa yazının neredeyse tamamı Dani Rodrik'e saygı ifade ediyor ve daha sonrasındaki bölümde darbeci zihniyetle aynı safta yer almasının kendisine yakışmayacağını söylüyordu. Bunu bile bu kadar alenen çarpıtarak TV kanallarında konuşmak için ya çok art niyetli olmak lazım ya da 'psikolojik harekât' yapmak lazım. Bu kadar bariz hata ile sanıkları savunmak onlara faydadan çok zarar verecektir...
Baro'ya darbeci denir mi?
Balyoz davası başlar başlamaz, İstanbul Barosu'nun yöneticileri soluğu Silivri'de almış. Tarihî bir davanın Baro tarafından ilginç bulunması ve yakından takip edilmesinden daha doğal ne olabilir? Ama bir dakika! Baro üyeleri mahkemeyi izleyiciler arasında takip etmiyor. Sanık avukatlarına ayrılan yerlerde mevzileniyor. Peki oldu mu böyle?
Genç Siviller, Baro'nun Taksim'de yaptığı bir toplantıyı eleştirmek için meydana bir pankart açmıştı. "Darbeci BARO Taksim'e hoş geldin!" demişti. Balyoz davasının ilk duruşmasında Baro o pankarttaki espriyi teyit etmek ister gibiydi adeta. Keşke ne Baro 'darbeci' görüntüsü verse ne de Genç Siviller'in o kıvrak zekâlı esprileri sık sık kulaklarımızda çınlasa. Kim kime durduk yerde 'darbeci' demek ister; velev ki tırnak içinde bile olsa.