Samanyoluhaber yazarı Dr. Ömer Özdemir bugünkü makalesinde zulme uğrayanların nasıl davranması konusunda önemli ip uçlarını aktardı.
Günümüzün zulmü ve bugünün Anne Frank’ları
DR. ÖMER ÖZDEMİR | Samanyoluhaber
Zulüm konulu yazılara başlamak çok zordur. İnsan nereden başlayacağına karar veremez. Çünkü bazı yazılar yaşanan acıların acısını tekrar yaşatır.
Kendisinin yaşamadığı ama başkaları tarafından yaşandığı duyulan ve muttali olunan daha farklı acılar ise yaşadığının acısından daha çok canını yakar insanın.
Ne yazık ki hayat yolculuğu her zaman düz yolda seyretmiyor. Yolculuklar her zaman keyifli gerçekleşmiyor. Ancak, Nietzsche’e, “Yaşamak için bir neden’i olan kişi, hemen her nasıl’a katlanabilir.” sözüyle, yol her ne kadar engebeli ve kıvrımlı da olsa, yokuş da olsa yolculuğa bir sebebe bağlı çıkılmışsa yaşanan acılar karşısında dişin sıkılabileceğini ifade eder.
Bugün, sağır sultanların bile haberdar olduğu, ama, hakka ve hukuka kapalı kör gözlerin görmediği, sağır kulakların duymadığı ve kararmış vicdanların hissetmediği zulmü, işkenceyi, acıları ve dramı anlatmanın, masumiyeti kabul ettirmenin zorluğunu hep birlikte yaşıyoruz.
Günümüzde yaşanan bu zulüm, işkence, tenkil tarihte ilk değil. Her dönemin bir zalimi ve birçok mazlumu hep olmuş. Bu yazımda sizlerle yakın geçmişte, geçen yüzyılda yaşanan zulümlerin milyonlarca mağdurundan birkaçını paylaşmak istiyorum:
Anne Frank, Vikipedi Ansiklopedisine göre; “12 Haziran 1929’da Frankfurt, Almanya’da doğdu. Dört buçuk yaşındayken Nazi zulmünden kaçan ailesi ile birlikte Amsterdam, Hollanda’ya taşındı. 1941’de ailesi ile birlikte Alman vatandaşlığından çıkarıldı.
Mayıs 1940’ta Almanların Hollanda’yı işgalinden sonra Nazi zulmü onu ve ailesini orada da yakalamıştı. Zulümlerin şiddetinin gün geçtikçe artması sonucu 1942’den ailesinin Gestapo tarafından tutuklanacağı 1944’e kadar bir evde hep birlikte saklanarak yaşadılar. Anne Frank, ailesi ile beraber Ağustos 1944’te tutuklandı, milyonlarca insanın yakılarak katledildiği Nazi toplama kamplarına gönderildi ve 1945’de burada öldü.
Anne Frank, bu iki yıllık saklanma süresince yaşadıklarını daha önce kendisine hediye edilen bir defteri günlük gibi kullanarak not aldı. Holokost’ta yaşananların aktarıldığı bu günlük ‘Anne Frank’ın Hatıra Defteri’ adıyla 1947 yılında babası tarafından bastırıldı. Günlük, günümüzde 70’in üzerinde farklı dilde yayımlanmıştır. Kendisini ve günlüğünü konu olarak ele alan birçok kitap, tiyatro oyunu ve film bulunmaktadır.”
Çocuk yaştaki genç bir kız, günlüğü aracılığıyla, yaşadıklarını ve hissettiklerini not ederken aynı zamanda kendi penceresinden o günkü hadiselerin daha sonraki nesillere aktarılmasına katkı sağlıyordu. Tarihe not düşüyordu.
Bugün, o dönem yapılan insanlık dışı zulümler ve katliamları ifade etmek ve lanetlemek için Anne Frank adı dünyanın dört bir tarafında simgeleşmiş durumdadır. Başta Almanya olmak üzere dünyanın birçok yerinde Eğitim Kurumu, Enstitü gibi kurumlara, ırkçılık ve soykırımı lanetlemek için tertiplenen program, toplantı ve organizasyonlara ‘Anne Frank’ adı verilmiştir/verilmektedir.
Bir milyondan fazlası çocuk olmak üzere altı milyon kişinin katledildiği Holokost’ta yaşananlara şahitlik eden sadece Anne Frank’ın anıları değildir. O dönem yaşanan acıları, haksızlıkları, katliamları ve yapılan zulümleri yazılarıyla, resimleriyle ve filmleriyle tarihe not düşen, gelecek nesillere ayrıntılı aktarımlarda bulunan birçok yazar, ressam ve sanatçı vardır.
Auschwitz toplama kampından sağ çıkmayı başaran çok az kişiden biri olan Viktor E. Frankl, ‘İnsanın Anlam Arayışı’ adlı kitabıyla toplama kampındaki insanlık dışı uygulamaları anlatarak gerçeklerin hafızalardan silinmesinin ve unutulmasının önüne geçmiştir.
Stalin dönemi ve sonrası Sovyetler Birliğin’de, yazarların, siyasetçilerin, sanatçıların, kısacası toplumun her kesiminden insanın içinde olduğu, resmi rakamlara göre 4 milyon, resmi olmayan rakamlara göre ise 15 milyondan fazla kişinin işkence gördüğü Gulag Kamplarını anlatan Nobel ödüllü Rus yazar Aleksandr İsayeviç Soljenitsin, ‘Gulag Takımadaları’ adlı eserinde kendi yaşadıklarını ve şahit olduğu işkence ve zulümleri kayıt altına almıştır.
Yazar, 1968 yılında yazmış olduğu romanını ancak 1973 yılında yayımlayabilmiştir.
Eserin kapağındaki şu not bile o günün baskı ve zulümlerini anlatmaya yetmektedir: “Tamamladığım bu kitabı sızlayan bir kalple yıllarca yayımlamadım. Çünkü hâlâ yaşayanlara karşı vazifem ve ölenlere karşı bir borcum vardı. Fakat artık kitabımın müsveddesi emniyet makamlarının eline geçti. Bana bunu hemen yayımlamaktan başka yol kalmadı.”.
Yine, Aleksandr İsayeviç Soljenitsin, Stalinist baskıyı anlatmak için 1962 yılında yayımladığı ‚‘İvan Denisoviç’in Bir Günü’ adlı romanıyla da buzlar altındaki Sibirya Gulag çalışma kamplarındaki acımasız zulümleri ve çalışma koşullarını kayıt altına almaktadır.
II. Dünya Savaşı sonrası, Sovyetler Birliği’nin baskıcı yönetimini ve korku ile yönetilen bir toplumun ortaya çıkan hastalıklı halini, George Orwell, 1945’te ‘Hayvan Çiftliği’ adlı romanıyla ve 1949’da da ‘1984-Bindokuzyüzseksendört’ adlı romanıyla gözler önüne sermiştir.
Yazar, ‘Hayvan Çiftliği’ romanında Sosyalizm’in eleştirisi ve yerilmesini, ‘1984-Bindokuzyüzseksendört’ adlı eserinde ise gelecek ile ilgili distopik anlatımlar çerçevesinde baskı, haksızlık ve hukuksuzluklara değinmiştir.
Memories of Anne Frank (Anne Frank'in Anıları), Life is Beautiful (Hayat Güzeldir), Fateless (Kadersiz), Schindler's List (Schindler'in Listesi), 3. Pianist, The Boy in the Striped Pyjamas (Çizgi Pijamalı Çocuk), The Devil's Arithmetic (Şeytanın Aritmetiği) baskı, soykırım ve zulüm dönemlerinin dramlarını, acılarını, ayrılıklarını, özlemlerini ve kalıcı izlerini anlatan yüzlerce filmden sadece birkaçıdır.
Günümüze bakacak olursak;
Bugün belli bir kesimin haksız yere yaşatıldığı dramı ve zulmü, yaşatan zalimleri ve soytarılarını günümüz insanlığına anlatmak kadar gelecek nesillere de hiç bir ayrıntısını atlamadan ve gerçeklerden uzaklaşmadan aktarmak da bir o kadar önemlidir. Böylece, gelecek nesillerin bu günü iftiralarla dolu yalan yanlış haberlerden, yayınlardan, resimlerden ve filmlerden değil, gerçekleri aktaran kalemlerden, fırçalardan ve kameralardan öğrenme imkanları olacaktır. Bu imkanlar onlara bugünü gerçekleriyle öğrenebilme ve hadiseleri doğru analiz edebilme fırsatı sunacaktır.
Bugün yaşanan haksızlıkları ve çekilen acıları günümüzün gerçekleri ve evrensel değer yargılarıyla yarınlarımıza aktararak, onların ecdadıyla gurur duyan, alnı açık, başı dik birer birey olarak toplumda yer almalarına yardımcı olmanın, bugünü yaşayanların sorumluluğu olduğu unutulmamalıdır.
Bu sorumluluk yerine getirildiği takdirde de; Dostoyevski’ye mal edilen, “Beni korkutan tek bir şey var; acılarıma değmemesi.” sözünde vurgulanan ‘korku’, bugünün mazlumlarının ızdırabı ve endişesi olmayacaktır.
Bugüne, zulme, acılara, işkencelere ve sosyal soykırıma şahitlik eden, haksız yere şu kadar yıl hücrede, şu
kadar ay tutuklu ve şu kadar gün nezarette kalan, bilmem kaç saat yol yürüyerek, nehirlerin çamurlarına, denizlerin soğuk sularına bata-çıka komşu ülkelere sığınan, canını zor kurtaran binlerce insan arasında, eli kalem-fırça tutan, ağzı laf yapan, hakkı-hukuku bilen, senaryo yazabilen, yönetmenlik yapabilen, hasılı, derdini anlatmada mahir ve yetenekli binlerce iyi yetişmiş insanın olduğu bir toplulukta masumiyeti yarınlarımıza aktaramamanın korkusu yaşanmamalıdır.
“Öldürmeyen acı güçlendirir.’’ Nietzsche’nin hayata anlam katan, mücadele motivasyonunu artıran bir başka güzel sözüdür.
Hâlâ yaşıyorsak, masum ve haklı olmanın verdiği güç ve cesaretle sesimizi duyurmak için yarınlarımıza daha kuvvetli seslenmeliyiz.
Bugünün Anne Frank’ları; siz de alın kağıdı ve kalemi elinize, İstiklal Marşı’mızın Şairi Mehmet Akif Ersoy’u rehber edinin ve “ZULMÜ ALKIŞLAYAN, ZALİMİ SEVEN; ÜÇ BUÇUK SOYSUZUN ARDINDAN ZAĞARLIK YAPANLARA’’ meydanı bırakmayın...