1959 yılında Erzurum’dan ayrılıp trenle Edirne’ye seyahat etmekte olan bir yolcunun bambaşka hayalleri vardı. Dünyasını tahta bir bavula sığdıran bu gencin gözünü, gönlünü yüce bir sevda doldurmuştu. Ümit tomurcuklarına Bahçıvan olma azmindeydi.
FİKRET KAPLAN- SAMANYOLUHABER.COM
1959 yılında Erzurum’dan ayrılıp trenle Edirne’ye seyahat etmekte olan bir yolcunun bambaşka hayalleri vardı. Dünyasını tahta bir bavula sığdıran bu gencin gözünü, gönlünü yüce bir sevda doldurmuştu. Ümit tomurcuklarına Bahçıvan olma azmindeydi. İnsanın mâhiyetindeki yüceliklerin tomurcuklaşıp ortaya çıkması için yollara düşmüştü.
Bu “Kutlu Bahçıvan” uzun yıllardan beri çorak kalmış Anadolu topraklarında bir kere daha gül dermek istiyordu. Semaya ser çekmiş ulu ağaçlar, kökleri zeminin derinliklerine inmiş yüce çınarlar görmekti onun hayali. Karın, dolunun şiddetinden; tipinin ve boranın yakıp kavuruculuğundan etkilenmeyecek fidanlar yeşertmek… Gecesi sabah aydınlığında, gündüzü Cennet gibi rengârenk bahçeler oluşturmaktı onun arzusu.
Fakat, şiddetli bir kış yaşanıyordu Edirne’de. Her tarafı buz tutmuştu. Fırtına, tipi, boran estirdikçe estiriyordu. Pek geleceği yoktu baharın. Ama her şeye rağmen durmuyordu Bahçıvan. Kış, kıyamet de olsa düşlerini yeşertmeye çalışıyordu. Tohumu serpiyordu her yere. ‘Karlar, buzlar çözülsün, bahar gelsin yola revân olalım’ yoktu onun dünyasında. Kendisine düşen şey tohumu atmaktı toprağa. Onları yeşertecek olan Allah’tı. Eğer O (cc) dilerse, ümitle dolu olan bu fidanlar, bahar demez, yaz demez; hazan demez, kış demez, kucak kucak meyvelerle gelir ve o görkemli kametten bekleneni yerine getirirlerdi.
Bahçıvan, Anadolu’nun ümitsiz kışını bahara çevirecek kardelenler peşinde koştururken önünde en büyük engel olarak valiyi bulmuştu. Edirne Valisi Ferit Kubat, baharın güllerinden hoşlanmayan bir insandı. Bahçıvan’ın aktif olmasından çok rahatsızlık duyuyor, yaşanmaz bir hayat için elinden gelen her şeyi yapıyordu. İnsanlar arasında onu göstererek:
- Aranızda hainler var, onları ezeceksiniz, diyordu.
Kim ne derse desin aldıramazdı Bahçıvan. İnsanlığın, dayanıp darılmayan, azmedip yılmayan ve hele ümitsizliğe asla kapılmayan Bahçıvanlar’a ekmek kadar, su kadar, hava kadar ihtiyacı vardı. Hevesle yola çıkıp hevâlarına göre aradıklarını bulamayınca, ya ümitsizliğe düşmüş veya Yaradan'la cedelleşmeye tutuşmuş olanlara değil.
Binbir ümit tomurcuğunun toprağın altında kara düşecek cemreyi beklediği o günlerde, ümitten mahrum gönüllere ümit aşılamak için duramazdı Bahçıvan. Ve durmadı da. Kara kışı bahara çevirecek gülleri yetiştirmek için bu sefer Kırklareli’ne ve hemen ardından 1966 yılının Mart ayında İzmir’e giderek yaşatma aşkıyla yolculuğuna devam etti.
Geleceğin “Altın Nesil”ini yetiştirmekten başka gayesi ve sevdası yoktu onun. Hatta, çok sevdiği babasını rüyasında görmesini, Bahçıvan’ın muradına ereceği, bir yitiği varsa onu bulacağı şeklinde yapılan yorumlara o şöyle diyordu:
-Benim yitiğimi bulmam çok zor. Çünkü benim yitiğim, hepimizin yitirilmiş Cennetidir. Yitiğimiz, ülkemiz, milli değerlerimiz, manevi dinamiklerimiz, dinimizi anlatma heyecanıdır. Yitirdiğimiz yolumuzdur… Diğer yitiklerime gelince onlara zerre kadar bile önem vermem. Zaten başka bir şeyim de olmadı ki onları yitirmiş olayım. Kendimi bile yitirsem, Allah şahit ki aklıma gelmez. Yeter ki biz, bir an önce kaybettiğimiz asıl yitiğimizi bulalım.
Kendi adıma, makam-mansıp sevdasına kapılmaktan, iyi olarak bilinip tanınmaya kadar her türlü dünyevî isteği Rabb’ime, Efendim’e ve dinime karşı vefasızlık kabul ediyorum. Millet olarak, zaman içinde kendimizi yenilemek, daha parlak bir görüntü sergilemek, hususiyle de son bin senelik müktesebâtımızı, kültürümüzü tanımak, tanıtmak ve dinimizi anlatmaktan başka hiçbir sevdam olmasını istemiyorum.
Bugünkü gibi, hayatımın her gününü sıkıntı, acı ve ızdırap yudumlayarak; her biri kalbimi durduracak büyüklükte üç-dört defa şok yaşayarak; bir ilacın tesiri bitmeden bir diğerini almak zorunda kalarak geçirsem de ben dünyevî lezzetleri, hatta Cenneti değil, her şeye rağmen dinime ve milletime hizmeti tercih ederim. Uzun yaşamak değil benim muradım. Her geceyi “Bu gece son gecemdir.” diye bekliyorum. Ama dünyaya bir “hizmet diyarı” olduğu nazarıyla bakıyor ve hayatta kaldığım müddetçe de bu bakışın gereğini yapmaya çalışıyorum.”
Dünya bahçesinin gülü, fidanı ister istemez, bir gün solacak ve fenaya gidecekti. Toprakta çürüyüp gitmeleri yeniden varlığa, ihtiyarlığı yeniden gençliğe, solmayı yeniden canlılığa çevirebilir miyim acaba? diye gayret ediyordu Bahçıvan. Bunun çaresi ise, Allah'a îman ve hayatını O'nun rızasına göre tanzim etmekten, O'nun yolunda bitmekten, tükenmekten ve yok olmaktan geçiyordu. Ta ki, toprağa düşüp, çürüdüğü anda yeniden yeşersin. Çekirdek olarak çürüdüğü noktada yeniden ondan bir ağaç çıkıversin. Ameller, Şecere-i Tuba gibi semere versin, fani olan her şey bakileşsin…
Tohum saçmadan topraktan bir şeyler beklemek abes olduğu gibi; genç kuşakların insanlığa yükseltilmesi istikâmetinde, bazı fedâkârlıklara katlanmadan gidip hedefe ulaşmaya da imkân yoktu. İnsan, almadan önce vermesini bilmelidir ki, alma mevsiminde de kat kat alabilsin...
Bahçıvan, bahçesine değer veriyor, toprağının en küçük parçasını dahi ihmal etmeden onu işliyor, hallaç ediyor; meyveli ağaçlardan bitkilere, onlardan da güller, çiçekler ve süs ağaçlarına kadar bir sürü şey dikiyordu. Sonra da onları, maneviyat ile, marifet ile besliyor.. yer yer çapa yapıp yabanî otları koparıyor ve toprağın hava, güneş ve değişik boydaki esintilerle temasını temin ediyordu.
Bunun yanında bahçeyi kasıp kavuracak fitne rüzgârlarına karşı çok ciddi tedbirler de almak gerekiyordu. Bahçıvan, 1968’te Fransa’da başlayıp bütün Avrupa’yı sarstıktan sonra Türkiye’ye sıçrayan devrimci fırtınalara karşı kamplar düzenliyordu nazenin filizlerini korumak için. Onların ruhen ve bedenen hep dinamik kalmalarını sağlıyordu.
Yazın üç ay süren bu kamplarda, çadırları kuruyor, aşçılık yapıyor, kazmayla su kuyusu açıyor, jenaratörü tamir ediyor, tuvalet için çukurlar kazıyordu. Tabiatın bütün şartlarıyla boğuşmak ona kalıyordu. Yağmur, çamur, yemek, sel, sinek, böcek, bulaşık… spor, ders, sürekli arızalanan jeneratör… vs.
Bütün o sıkıntılı günlerinde, Milli Nizam Partisinin Lideri 1969 yazında İzmir’e gidip kendisini ziyeret ediyordu. Kamptaki gençleri ve o meşakkatli hayatı gören parti başkanı:
-Bu çocuklarla uğraşmayı bırakın. Ülkeye hizmetin en etkili yolu siyasettir, diyor ve ekliyordu, bu yaptığınız şey, iğneyle kuyu kazmaktır!
Ama, Bahçıvan’ı ikna etmesi mümkün değildi. O kararını vermişti, siyaset ona göre değildi. Çünkü, Türkiye’nin bulunduğu durumdan kurtuluşu ancak siyaset üstü bir yaklaşımla toplumun bütün fertlerini kucaklamakla mümkün olabilirdi. Daha sonra, aynı teklif Adalet Partisi’nden ve Milliyetçi Hareket Partisi’nden gelecek, fakat onlara da Bahçıvan’ın cevabı aynı olacaktı.
O, Efendisi Aleyhissalatü vesselam gibi iğneyle kuyu kazacaktı.
Günlük politika oyunlarını, kitlelerin aldatılıp iğfal edilmesini, iktidar ve menfaat mücadelelerini ve bu uğurda bütün gayrımeşrûların meşrû gösterilmesini siyaset telâkki edemezdi Bahçıvan. Bu yüzden, kalbî hayatı, düşünce istikameti ve Hakk'la münasebetleri adına her siyâsî hareketten uzak kalmayı zarûri görüyordu.
Zamanın çarkları dönüp durmuş, fakat o, fikrini hiç değiştirmemişti. Sorumluluk duygusu ve vazife şuuruyla ömür boyu sıradağlar gibi dimdik yerinde durabilmişti. Her zaman tipiye-borana meydan okumuş, sürekli karla-buzla savaşmış ve her mevsim meyve veriyor olmanın sırrını keşfederek hep gül yetiştirmiş ve gül türküleri söylemeye devam etmişti.
Onun gönlü istiyor ki fidanları ve gülleri duyguda, düşüncede, anlayışta, inançta ve hizmette daima genç kalsın... kalsın ve taştan su çıkarma seviyesini daima muhafaza etsin…hiç yaşlanmasın.. Solmayan güller gibi daima, ama daima genç kalabilsin... Çocuklar gibi saf ve temiz olsun. İnançta, amelde ve hizmette daima tertemiz olsun. Ve devamlı ön saflarda koşsun. Tıpkı küheylanlar gibi… hem de çatlayıncaya, kalbi duruncaya kadar ve başlangıçtaki halinden hiç taviz vermeden hep koşsun!.
O, ‘yeni bir kültür, yeni bir insan yetiştiriyordu. Mhatma Gandi de dahil olmak üzere birileri devrim ve ihtilal yaparak bir şeyler değiştirmişlerdi. Bunlar daha çok grevler, sokak gösterileri, kitlesel katılım mitingi, çatışma vs. yollarla yapmışlardı. Bahçıvan, ise çok farklı bir yolla değişim yapıyordu. Yavaşça ve sabırla tüm insanlara hizmet veriyordu. Tohumları atıyor ve yetişmesini bekliyordu. Bazen meyvesini ve çiçeklerini görememe gibi bir durum bile vardı bu işte. Bahçıvan kendisi konuşmuyor, çiçek bahçesi onun adına konuşuyordu.’ (Prof. Dr. Rostislav Ribakov, Rusya Bilimler Akâdemisi Üyesi)
İşin tabiatının gereği, belli süre sadece kendi çevrelerini meyve veren bu fidanlar zamanla hakikî derinlik ve ruh güçlerini öne çıkararak, tıpkı yağmur yüklü bulutlar gibi, sevinç olup, neş'e olup, ümit olup, sevgi olup şakır şakır her yana boşalarak muhabbete, hoşgörüye susamış kupkuru gönülleri Cennet bahçelerine çevirmeye başladı. Dünyanın dört bir yanında kızaran güller renklerini Bahçıvan’ın yetiştirdiği ay yüzlülerden ve bu ay yüzlülerin ruhlarında taşıdıkları mânâlardan almaktaydı artık.
Yeryüzü, bir baştan bir başa, onların saçtıkları tohumlarla yeni bir bahara uyanıyordu. Asya'dan Amerika'ya, oradan da Afrika'ya.. ailesini, evini-barkını bırakıp giden her fidan, gittiği her yerde çorak arazileri yeşertmeye başlamıştı bile. Bu yaşatma aşkı bütün dünyada kardeşlik, sevgi ve hoşgörü meltemleri halinde hissedilir olmuştu. Bahçıvan ve ilham verdiği fidanların fedakârlıkları dilden dile, gönülden gönüle hep dolaşıyordu...
Fakat, bu arada, dengesiz, Habil’i Kabil’e öldürten, Hz. Yusuf’u kardeşlerine kuyuya attıran öyle bir haset, kin ve nefret fırtınası esmeye başlamıştı ki tozu dumana katıyordu. ’O vakit onlar hem üstünüzden, hem alt tarafınızdan gelmişlerdi… İşte orada müminler çetin bir imtihana tâbi tutulmuş, şiddetle silkelenmiş ve kuvvetli bir şekilde sarsılmışlardı. Hani münafıklar ve kalplerinde hastalık (iman zayıflığı) olanlar: "Allah ve Resulünün bize zafer vâd etmesi, meğer bizi aldatmak içinmiş!" diyorlardı. (Ahzab, 10-12)
Düzmece bir darbeyle estirilen bu fitneyle, ağaçları kökünden sökmek gibi şeytanî arzuları vardı. Ama nerede görülmüştü ki bu. O fitne rüzgârı ancak, köksüz ağaçları söküp atabilirdi. Ne kadar sert eserse essin, kökleri sağlam olan bu hizmet çınarlarını sökemeyecekti. ‘Müminler saldıran o birleşik kuvvetleri (AHZAB) karşılarında görünce: "İşte bu, derler, Allah ve Resulünün bize vâd ettiği zafer! Allah da, Resulü de elbette doğru söylemişlerdir." Müminlerin, düşman birliklerini görmeleri onların sadece, iman ve teslimiyetlerini artırdı.’ (Ahzab S. 22)
Bahçıvan, Hak ve Hakikat karşısında hep çok vefâlı oldu. Kendisini, iftiralar, hapisler ve karalama kampanyaları yıldırmadı; çoğu zaman yalnız bırakılması ve hiç kimsenin yanına sokulmaması onu asla ümitsiz kılmadı. En olumsuz hâdiseler dahi onu hiçbir şekilde dize getiremedi. Bir hayat boyu Üstad Bediüzzaman gibi "garîbem, bîkesem, nâtuvanem, alîlem, zelîlem.." dedi fakat daima eğilmeyen bir baş, bükülmeyen bir kamet olarak kaldı.
Onun ileri seviyedeki hak ve hakikati anlatma cehdini, İ'lâ-yı kelimetullah’da bulunma gayretini sözcüklerle, kitaplarla anlatamayız. Dine ve insanlığa hizmette onun kadar cehd, himmet ve meşguliyete sahip olmak mümkün değil. O, kimsenin altından kalkamayacağı hizmetlerinin yanında evrâd u ezkârında da hiç mi hiç kusur etmemiş ve etmiyor. En ağır şartlar altında kitaplar yazıyor, sohbetler ediyor, talebeler yetiştiriyor, evrâd u ezkârını hiç aksatmıyor. Talebelerinin şehadetiyle o, gecelerde, göz kamaştıran bir huşû ile sabaha kadar ubudiyette bulunuyor, teheccüd, münâcat ve evradlarını asla terk etmiyor.
Bugünler belki tozlu dumanlı günler. Ama her fırtına gibi bu da geçip gitmeye mahkûmdur… Zira, Allah’ın izin ve inayetiyle, filiz ve fideleriyle bu yeniden yaşatma hamlesi dünyanın dört bir yanını tutmuş artık. Yalanlar, iftiralar, kin ve nefretler, bu iman abidelerini yolundan çeviremeyecek. Bir gülü, bir çiçeği soldurmakla bahara engel olacaklarını zannedenler aldanıyorlar.
Bahçıvan’ı sevenler, onun fikirlerine değer verenler; hareketi, hamleyi, gayreti durdurmadan, Allah'ın izni ve inâyetiyle alternatif yollar, yöntemler oluşturarak yola devam etmeli.. Zira o, Hizmet insanını şöyle tarif ediyor:
‘Hizmet insanı, gönül verdiği dâvâ uğrunda kandan-irinden deryaları geçip gitmeye azimli ve kararlı; varıp hedefine ulaştığında da her şeyi sahibine verecek kadar olgun ve Yüce Yaratıcı'ya karşı edepli ve saygılı.. hizmet adına her ses ve soluğu zikir ve tespih, her ferdi mübeccel ve aziz bilip, muvaffakiyetlerinden ötürü alkışlayacağı kimseleri de, putlaştırmayacak kadar Rabb'in iradesine inanmış ve dengeli.. ortada kalmış herhangi bir iş için herkesten evvel kendini mes'ûl ve vazifeli addedip, hakkı tutup kaldırmada, yardıma koşan herkese karşı hürmetkâr ve insaflı.. müesseseleri yıkılıp plânları bozulduğu ve birliği dağılıp kuvvetleri târumâr olduğunda fevkalâde inançlı ve ümitli; yeniden kanatlanıp zirvelerde pervaz ettiği zaman da mütevâzi ve müsamahalı.. bu yolun sarp ve yokuş olduğunu baştan kabul edecek kadar rasyonel ve basiretli; önünü kesen cehennemden çukurlar dahi olsa, geçilebileceğine inanmış ve himmetli.. uğruna baş koyduğu dâvânın kara sevdalısı olarak, cânı-cânânı feda edecek kadar vefalı ve geçtiği bu şeylerin hiçbirini bir daha hatırına getirmeyecek kadar da gönül eri ve hasbî olmalıdır.’