'Duydum ki helallik istemişsin...'

''Belki zihni hazırlık yaparsınız, Allah’ın huzurunda sizinle karşılaştığımda ilk sorumun ne olacağını söyleyeyim: Benim terörist olduğunu ispat etmen.''
1924’te M. Rıfat Börekçi ile başlayan Diyanet İşleri Başkanlığı makamının 17. sahibi Mehmet Görmez’di. 2003 yılında Başkan yardımcı olarak Diyanet’te göreve başladı. 2010’da Başkan oldu. 31 Temmuz 2017’de emekliye ayrıldı. Toplam 14 yıl. 100 bini aşkın kadroya sahip devasa bir kurumun en üst düzey yöneticisi olarak tam 14 yıl çalışmak gerçekten dile kolay. İdareciliğin en önemli özelliği yıpratıcı olmasıdır. Meritrokrasinin hayalini kurmanın dahi hayal olduğu Türkiye gibi ülkelerde bir devlet kurumu olarak Diyanet’te yöneticilik tabii ki insanı yıpratacaktır. Hele Diyanet’in bağlı bulunduğu hükümetle yani siyasetle ilişkisi bu yıpratıcılığı artıran bir faktördür.

Ben yaşım itibariyle 1968-1972 yılların arasında görev yapan Lütfi Doğan’ı hatırlıyorum ilk Diyanet İşleri Başkanı olarak. Ardından Dr. Lütfi Doğan (üst üste iki başkanın ismi de aynıydı), Süleyman Ateş, Tayyar Altıkulaç, M. Said Yazıcıoğlu. M. Nuri Yılmaz, Ali Bardakoğlu ve nihayet Mehmet Görmez. Tam 8 başkan sığmış benim hayatıma. Ama hiçbirisi ne göreve gelişi ne ayrılışı ne de icraatlarıyla kamuoyunda Görmez kadar yankı buldu. Değişen zaman, mekân ve şartların, söz gelimi iletişim vasıtalarının yaygın kullanımının bunda etkisi tabii ki var ama ne olursa olsun yankı bulan icraatlarına ve bunlara getirilen yorumlara baktığınızda Başkan görmez bu noktada birinci.

GÖRMEZ HAKKINDA ‘ORTADA’ İNSAN BULMAK ZOR

Neden? Başkan’a bir veda yazısı yazmak için bilgisayarın karşısına oturduğumda aklıma gelen ilk şey bu oldu. Gerçekten neden? 3-4 gündür yazılı ve görsel medyaya baktığımızda, sosyal medya da dahil, benim gördüğüm manzara şu: Toplum Görmez hakkında karpuz gibi tam da ortasından ikiye ayrılmış. Sevenler ve nefret edenler. Ortası yok gibi geldi bana. “Artıları eksilerine galip gelir; yaptığı şu şeyler iyi, şunlar ise kötü” tarzında her tarafından aklı-ı selim ve vicdanı ön plan çıkartan hakkaniyet, adalet ve insafla dolu değerlendirmeler neden yok? Ara tonların kaybolduğu her şeyin siyah veya beyaz olarak görüldüğü, “Ya bizdensin ya onlardan” anlayışının yansıması mı? Toplumun hayata siyaset üzerinden bakması, dini de siyaset üzerinden okuması mı? Evet aynen öyle. Bunların hepsi geçerli. Bizim gibi “biz” olamayan toplumların genel özelliğidir bu. Ama ne olursa olsun, 14 yıllık idareciliğin yıpranma payını da hesaba katarak insaflıca konuşmaya çalışıyorum: Bu kadar olmamalıydı. Olduysa, Görmez’in takkeyi önüne koyup düşünmesi lazım, ben nerede hata yaptım, neden önceki 16 başkanda görülmeyen manzara bende görüldü diye.

“Karakter suikastı yapmayalım” diyordu birisi sosyal medyada. Katılıyorum, karakter suikastı yapmayalım. Niyet okumaları içine girip kesinliği hakkında bilgimiz olmayan yorumlarımızla şahıslar hakkında ahkam kesmeyelim. Çalışmalarına, ortaya koyduğu somut eserlerine bakalım. Siyasi veya ideolojik duruşlarımızın farklılığı insanları ademe mahkûm etmenin sebebi olmasın. Okuduğunuz veda yazısında kısaca bunu yapmaya çalışacağım.

HAKKINI VEREYİM…

Öncelikle 20 yıla yakın süredir yurt dışında yaşıyorum. Türkiye’yi ancak medyadan takip ediyorum. İlgi alanım olması itibariyle, Diyanet ve Diyanet Vakfı’nın haberlerini, çalışmalarını özellikle takip ederim. Yıllardır aylık dergi, ilmi dergi hiçbirini kaçırmadan okumaya çalışırım. Web sayfalarına belli aralıklarla mutlaka bakarım. Çıkarttıkları yayınları imkânım el verdikçe alır okurum. Bu açıdan ilk söyleyeceğim şey şu: Diyanet yayınlarına kazandırılan seviye. Literatürde folk/halk İslam’ı denilen seviyeyi aşan, halka dini bilgilerde seviye kazandırmayı amaçlayan bir çaba var ortada. Memnuniyetle gördüm ve görüyorum ki Diyanet, resmi dini söylemin temsilcisi olmasına rağmen kitabî/akademik İslam dediğimiz İslam anlayışını halka mal etmeye çalışan bir yayın politikası izlemiştir ve izlemeye devam etmektedir. Aslında M. Nuri Yılmaz dönemini dışarıda tutacak olursak M. Said Yazıcıoğlu ile temel taşları döşenen, Ali Bardakoğlu ile geliştirilen sistemin ürünlerinin alındığı dönem olarak da bakabiliriz Görmez dönemi yayıncılığına. Ama Görmez bu sistemi tersine çevirmedi, devir aldığı mirası geliştirdi, hem yardımcılığı hem de başkanlığı döneminde hiç kesintiye uğratmadı bu bağlamdaki çalışmaları.

Diyanet’in “ibadet yerlerini yönetmek olarak” olarak kanunda belirtilen idari alandaki başarı veya başarısızlığı hakkında bir şey diyemem. Son tahlilde insanı ilgilendiren, insan memnuniyetini esas alan bu konuda değerlendirme yapabilecek herhangi bir veriye veya istatistiki dataya sahip değilim. Onu hem hizmet veren hem de hizmet alan insanlarımıza sormak lazım.

‘SİGNATURE EVENTS’

Benim değerlendirme yapabileceğim alan son 4-5 yıldır siyasetin domine ettiği hayatımızda, yaşadığımız hadiselere karşı Diyanet’in sistematik tavır ve tutumu. Bana göre, bu bağlamda başkan ve ekibinin tutumu İslam’ın genel ilkeleri başta olmak üzere insanî, hukukî, ahlakî değerlerin çok çok uzağında. İngilizce’de ‘signature event’ denilen bir deyim var. Bir şahsı, bir dönemi kendisi ile hatırladığımız hadise demek. Birden fazla ise çoğul ‘s’ ilavesi ile ‘events’ yapar ‘hadiseler’ dersiniz. Başkan için hadise değil, hadiseler söz konusu. Madem bir değerlendirme yazısı yazıyoruz, Başkan’ın hem hatırlamasına hem de muhasebe yapmasına vesile olur düşüncesi ile bu ‘signature events’ten üçünü aktarayım.

1- Başkanlığa tahsis edilen 1 milyon 6 bin 641 lira 64 kuruş değerindeki zırhlı Mercedes’e karşı çıkıp “İbret-i alem için iade edeceğim” demesi. Gerekçe, kamuoyunda bu aracın kendisini itibarsızlaştırmak için kullanılması. Başkan’ın sözleri aynen şöyle: “Bir kurumun ve o kurumun başındaki insanı itibarsızlaştırmak için bir araç olarak kullanıldı. Bunu gördüğüm an benim için o araç bir mezara dönüştü. Ben bir gün daha o araca binmedim.” Ama sözünün arkasında duramadı Görmez, ‘âleme örnek’ manasında ‘ibret-i alem’ biçiminde ahlaki bir davranışta bulunacağım derken kendisi ‘ibret-i tarih’ oldu. Tarihin sayfalarına ‘mezara dönüştü’ dediği Mercedes’le katıldığı saray iftar programındaki görüntülerle kaydoldu.

CAMİDE İÇKİ İÇTİLER Mİ İÇMEDİLER Mİ?

2- Gezi protestoları esnasında devletin kullandığı orantısız şiddetten kaçan veya yaralanan protestocuların Dolmabahçe Bezm-i Alem camisine sığınması ile alakalı açıklamaları. Bana göre bu açıklamalar dini emir ve yasaklar bağlamında zırhlı Mercedes hadisesinden daha büyük. Hatırlayalım: Görmez, dönemin Başbakanı Erdoğan’ın “Camide içki içtiler, görüntüler elimizde. Bu Cuma günü yayınlayacağız” açıklamasına destek verdi ve şunları söyledi: “Yaşananları an be an izledim. 3 gün içerde yaşananları an be an kameralar kaydetmiş vaziyette. Dış kameralar kırıldığı için dışardan görüntü yok. Ancak iç kameralarda her şey kaydedilmiş. Ayrıca orada görevli din görevlileri, temizlik görevlileri ve şahitler dinlendi. Çok mufassal bir rapor ortaya çıktı. Artık konuşabiliriz.”

İlerleyen günlerde Başkan mufassal dediği şeyleri konuşmak yerine başka bir beyanla karşımıza çıktı. Dedi ki: “Camide herhangi bir Müslümanın kabul edemeyeceği davranışlar var. Hasbelkader bu cübbeyi giymiş bir din hizmetkarı olarak herhangi bir olayda suçu ne olursa olsun dini rengi ırkı ne olursa olsun bir insan can havli ile yaralı olarak bir mabede sığınırsa o bize Allah’ın emanetidir. 3 günlük kamera kayıtları bizim elimizdedir. Sadece yaralılar yok, sadece masum olarak oraya sığınanlar yok. Herhangi bir Müslümanın kabul edemeyeceği başka davranışlar da var. Onların bir kısmını doğrusu paylaşmayı zayi kabul ettik.”

Bu iki açıklama arasında değişiklik var. Masumane soruyoruz şimdi, neden? Ülkenin Başbakanı Cuma günü yayınlayacağız diyor. Hasbelkader Peygamber cübbesini sırtında taşıyan din hizmetkarı Diyanet İşleri başkanı buna destek veriyor. O günün siyasi atmosferinde iktidarın “daha fazla oy ütme” felsefesi, linç kültürü ile birleşince o görüntülerin yayınlanmasını zaruri kılıyor. Ama Başkan Görmez çıkıp görüntülerin bir kısmını yayınlanmayı zayi kabul ettik diyor. Bana inandırıcı gelmiyor, zayi kabul edilmeyen diğer kısım görüntüler de ortada yok. Eldeki verilerden hareketle benim çıkarımım şu, böyle bir görüntü yok ortada. Siyasilerin uygunsuz dediği, Görmez’in ‘bir Müslümanın kabul edemeyeceği başka davranışlar’ diye ifade ettiği şeyler de yok. Müezzini dövme de yok. Ama Erdoğan var ve Cuma günü yayınlayacağız diyor. Görmez kayıtlar elimizde diyor. Aradan tamı tamına 216 Cuma geçiyor, görüntüler hala yayınlanmış değil. Bana göre Görmez yukarıda verdiğim iki konuşma arasında geçen sürede yalancı olmak, yalancı kalmak, belki de en doğru deyimle yalancının yamacısı olmakla iftira atmak arasında kalıyor. O yalanı devam ettirmek camiye sığınmış ve “Allah’ın emaneti” olarak gördüğü insanlara iftira olacak. Fakat ilk beyanı ortada. Onu silmek de mümkün değil. O zaman Görmez yalancının yamacısı olmayı, iftiracı olmaya tercih ediyor. Ve tarih de onu böyle kaydediyor.

DEMEK Kİ BİR BEKLENTİSİ VAR HÂLÂ

3- ‘F…’ F harfinden sonra yazdığım üç nokta, Fethullah, terör ve örgütle ifade edilen açılımı tamamlayan harfleri değil, destanı sembolize ediyor. Malum yazı dilinde üç nokta, “Söylenecek çok şey var, gerekirse destan bile yazılır” manasına gelen bir semboldür. Kastını ettiğim şey, 17/25 Aralık olarak tarihe mal olan yolsuzluk soruşturmaları, devlet açısından 15 Temmuz darbesi, Cemaat ve Türkiye halkı açısından Cumhuriyet tarihinde maruz kalınan en büyük kumpas sonrası Diyanet’in oynadığı rol, aldığı tutum, Fethullah Gülen ve Cemaati merkeze koyan raporları.

Bu konu üzerinde çok yazdığım ve hala devam eden rapor değerlendirme yazılarım olduğu için sözü fazla uzatmak istemiyorum. İsteyenler o yazılara bakabilir. Burada ilave edeceğim bir şey var: O da Görmez’in veda konuşmasında Cemaati hem de gönlünden gele gele ‘F…’ diyerek DAEŞ ile birlikte zikretmesi. Şöyle düşündüm: Görevde iken maruz kaldığı zorlamalar nedeniyle her yerde ve her fırsatta ‘F…’ diyor ama şu an emekli olan bir insan var ve o insan milyonlarca insanın hukukuna tecavüz eden ve bu yönüyle uhrevi sorumluluğu havi ‘F…’ kavramını nasıl kullanır? Aklıma gelen iki şey var. Bir: Görmez’in buna inandığı. Buna ihtimal vermiyorum, vermek istemiyorum. Raporla ilgili değerlendirme yazılarında buna açıkça değindim. İkincisi: Emeklilikten sonra başka beklentilerinin olması. İlk seçimlerde siyasete girip Diyanet’ten sorumlu devlet bakanı olmak mesela? Neden olmasın? Mehmet Aydın’dan, M. Sait Yazıcıoğlu’ndan ne eksiği var? Hatta fazlası var, eksiği yok. Kurumu en son haliyle onlardan daha iyi tanıyor. Ya da bir üniversitede rektör, bir fakültede dekan olmak. Emeklilikle alakalı ilk açıklamasında ‘ilimle uğraşacağım’ beyanı bu noktada bir ip ucu zaten.

Talebelik yıllarından kendisini benim kadar iyi tanıyan bir arkadaşımla konuştuk bu mevzuyu telefonda. Neden giderayak hala ‘F…’ diyor, neden DAEŞ ile aynı çizgide zikrediyor Cemaati, diye. Ya inanıyor ya da daha fazla bir beklentisi var dedik. Nitekim tahminlerimizde haklı çıktık. Bu yazıyı yazarken kuruluş aşamasında olan Türkiye Uluslararası İslam, Bilim ve Teknoloji Üniversitesinin rektörü olacağı bilgisi düştü haber sitelerine. Ne diyelim, hayırlı olsun.

HELALLİK İSTEMİŞSİN…

Son söz: Güle güle Mehmet Görmez. Helallik istemişsin Diyanet görevlilerinden ve herkesten. İfadelerin aynen böyle, herkesten diyorsun. Ben Diyanet Görevlisi değilim ama senin ‘herkes’ dediğin kişilerden biriyim. Dinimize, ülkemiz insanına, dünya Müslümanlarına ve insanlığına yaptığın güzel, faydalı hizmetlerinden dolayı alkışlıyorum. Görev tanımın içinde olan, maaş başta olmak üzere dünyevi karşılığını belki de fazlasıyla aldığın hizmetler bunlar. Ahirette de Allah ecr-u mükafatını versin. Ama üç örneğini sunduğum ‘signature events’ misali dinimize, ülke insanına, dünya Müslümanlığı ve insanlığına karşı çok yanlış söylem ve eylemlerin de oldu. Dünyanın bir başka ülkesinde yaşıyor olmama rağmen, söz konusu söylem ve eylemlerden dolayı hayatı etkilenen bir insan olarak ben, hakkımı helal etmiyorum. Ahirette yüzleşmeyi ve hesaplaşmayı da dört gözle ve heyecanla bekliyorum.

Belki zihni hazırlık yaparsınız, Allah’ın huzurunda sizinle karşılaştığımda ilk sorumun ne olacağını söyleyeyim: Benim terörist olduğunu ispat etmen. Size masuniyet karinesini, onun dayanağı olan “Kimse kimsenin günahını yüklenemez” ayetini, suç ve cezanın şahsiliği ile kolektif ceza uygulamasının mukayesesini soracağım. Dünyada buna verdiğin cevap belli, bakalım Allah’ın huzurunda bu ayete, ayetten muktebes genel geçer hukuki kaidelere nasıl yorum yapacaksın? Ama her halükârda benim sorum değişmeyecek: Ben nasıl terörist oluyorum. İspatla!

Bu arada yeni görevin hayırlı olsun. Umarım ‘ibret-i âlem’ Mercedes, Bezm-i Alem Camiine sığınan gençler ve ‘F…’ raporları gibi skandallara imza atmaz, bunlardan dolayı şu an yaşadığın ve ömrün oldukça da yaşayacağın mahcubiyetler gibi mahcubiyetler yaşamazsın.

Abdullah Salih Güven / Tr724
05 Ağustos 2017 09:57
DİĞER HABERLER