"Sanırım 14 Aralık baskınından bir ay sonraydı. Bir cenaze namazına katıldım."
(...)
Adaletin intikam aracına dönüştüğünü ve masum insanların üzerine kâbus gibi çöktüğünü apaçık bir şekilde gördüğü halde sessiz kalmayı yeğledi birileri. Öyle olunca zulüm yaygınlaştı. Kâh “küçük esnaf”ın kapısını çaldı; kâh “fedakâr öğretmen”in. Tembihlenmiş vergi memurları karabasan gibi çöktü vatandaşın işyerine. Kayyımlar atandı ve güzelim insanların kuşaklar boyunca kazandığı helal sermayenin üstüne haramiler gibi çöküldü. Kreşler basıldı, minnacık yavrulara terörist muamelesi yapıldı. Onlarca senedir hak ve hakikate tercüman olmuş gazetelere baskın yapıldı, düşünce özgürlüğü esir alındı.
Birileri hep sustu. Kimi, geçmişteki hadiseleri bahane edip sükutunun üstünü örtmeye çalıştı; kimi kendi korkusunu bastırmak için mezalime alkış tuttu. Oysa Yezid zulmüne maruz kalan Hüseyin'ler, suskunlar ordusunun komşusu, arkadaşı, meslektaşı, akrabası idi. Kelepçeler sadece kollarda değil; yüreklerdeydi. Ve buz kesmişti adalete duyulan itimat. Herkeste bir korku, herkeste bir endişe...
Durum böyle olunca kelepçe takma cüreti geldi kadınları bile vurdu. Manisa Emniyet Müdürü'nün ilk vukuatı değildi bu. Daha önce de pervasız uygulamalarla emniyetin halkı rencide ettiği yerde yeni bir tablo çıktı karşımıza. Başörtülü hanımefendilere kelepçe vurdu polis. Kelepçeli kadınların başının örtülü ya da açık olmasının aslında önemi yok; ancak her fırsatta “başörtülü bacım” edebiyatı yapanların düştüğü durumu ortaya koyması açısından bir mana taşıyor. Ve herkes artık görüyor ki adaletin çivisi çoktan çıktı, yargı siyasetin intikam aracı haline geldi...
Kelepçe dün de yıldırma aracıydı, bugün de. Güneydoğu'da Kürt siyasetçiler için plastik kelepçe emri verenler, tepkiler üzerine suçu birilerine attılar. Şimdi başörtülü insanlara vurulan o kelepçeyi savuşturmak için manevra yapıyorlar; ama ne yapsalar boşuna! Zulüm bir kez daha suçüstü yakalandı, yargının adil karar vermediği tescillendi...