En büyük gündem: Ölüm

Çalışma masasının üzerinde bir kitap duruyor günlerdir. Okusam bir türlü okumasam bir türlü. Başlığına takılmışım bir kere. Diyor ki: "Ve Steve Jobs Apple'ı Yarattı". Cümlenin kalıbındaki çağrışımı anladınız tabii ki. "Ve Tanrı Âdem'i yarattı" sözüne nazire yapılıyor. Aslında Michael Mortiz imzası taşıyan kitabın orijinal adı bu değil. Sanırım "Return to The Little Kingdom"ı Türkçeye çevirirken böyle bir cümle kurmak için bir hayli zorlamak gerekiyor. İnsanların (bazen de kurumların) ölçüsüz abartılarla tanrılaştırılmasına sıcak bakmam mümkün olmadığı için Türkiye İş Bankası'nın çevirisine de elim bir türlü varmamıştı. Ama bir yandan da sanal dünyanın dehasını daha yakından tanımak istiyordum. Tam bu psikoloji içinde gel-gitler yaşarken dünya haber ajanslarına Jobs'ın ölüm haberi düşüverdi. Bütün gazetelerin birinci sayfasına, bütün televizyonların ana haber bültenine yansıdı bu ölüm haberi. Tabii ki internete de. İnternet dünyası bu 'şok haber'i adeta yasa bürünerek paylaştı. Jobs'ın üstün zekâsından bahsedenler, araştırmacı-mucit yanını derinleştirenler, teknoloji ile modern zamanların insanını buluşturmasını şerh edenler... Çok şeyler yazıldı söylendi Steve Jobs hakkında; ama hiçbiri Jobs'ın söylediği bir cümle kadar anlamlı gelmedi bana: "Hayattaki en güzel icat ölüm." Ancak hayatı dolu dolu yaşayan ve öbür tarafa giderken vicdanını rahat hissedenlerin söyleyebileceği tonda söylenmiş bir söz... Tam Steve Jobs'ın 'en güzel icat'ına odaklanmışken TRT Haber'de "10'dan Sonra" programına konuk oldum. Siyaseti konuşacaktık, anayasa tartışmalarına değinecektik, KCK operasyonlarını tartışacaktık vesaire vesaire. Tam 'canlı yayın' başlamıştı ki bir vefat haberi geldi. Başbakan Tayyip Erdoğan'ın annesi bu dünyaya veda etmiş, yeni bir hayata gözlerini açmıştı. Daha önce de başıma geldi; stüdyoda oradan buradan konuşurken bir 'son dakika gelişmesi' kıskıvrak yakalıyor insanı. Bir çırpıda 'Ne düşünüyorsunuz?' diye sorulduğunda biraz önce büyük anlamlar yüklediğiniz 'sıcak gündemler' buharlaşıp kayıyor avuçlarınızın arasından. Bu sefer de öyle oldu. Sendeleyen cümleler eşliğinde 'Anne ölümü zordur' diyebildim ve o esnada ruhumu daraltan bir hatırlamayla, annemin vefatını dile getirdim. Yayın öncesi hiç düşünmediğim(iz) bir mecraya doğru sürükleniyordum. Annesini kaybeden adamın (velev ki bu bir başbakan olsun) gözlerini kaybetmişçesine karanlık bir boşluğa düştüğünden bahsettim. O boşluk hiçbir zaman dolmayacaktı. Daha bir gün önce eşim Rize'deki annesini özlediğini söylediğinde bir anda o boşluk içimi kaplamış 'Ben de annemi çok özledim ama...' deyivermiştim. Boğazıma düğümlenen o ani cümle gözyaşlarıma takılmasaydı ne diyecektim bilemiyorum. Çünkü hiçbir cümle o acıyı ve hasreti tarif etmeye yetmiyor. Üstelik o acı haber gelip insanı yakaladığında yeryüzündeki hiçbir gündemin önemi kalmıyor. Bir ölüm var karşınızda bir de o ölümü başka bir âlemin kapısı yapan o muhteşem irade. Dünya hayatına ve ölüme dair bazı hakikatler zihnimde geldi gitti. Oysa 'canlı yayın' devam ediyordu. Zar zor kendimi toparlayarak Başbakan Erdoğan'a başsağlığı diledim. Başınız sağ olsun Sayın Başbakan. Allah, Tenzile Hanım'ın ruhunu şâd eylesin... Biz bu ölüm haberleriyle öbür âlem arasındaki perdeyi zorlarken haber merkezlerine yeni ölüm haberleri yağıyordu. PKK yine sivil insanları katletmişti mesela. Görünen o ki vahşeti kanıksamışlar. Kan dökmeden başını yastığa koyamıyorlar belki de. Sabah namazına giden imamı sırtından vuruyorlar, imam hatip öğrencilerini kaldıkları yurtta diri diri yakmaya teşebbüs ediyorlar, düğüne giden genç kızların hayatına kastediyorlar, hacca gidecek yakınını ziyaretten dönen anneyi, 6 yaşındaki çocukla ve karnındaki 8 aylık yavruyla beraber öldürüyorlar. O masum ve mağdur insanlar dünya rüyasından uyanıp gerçek hayatla yüz yüze gelirken kim bilir hangi katil ve zalim için karanlık bir zindan inşa ediliyor. Ölüm hak. Bir gün bir şekilde hepimizi gelip kuşatacak bu değişmez gerçek. Önemli olan, yaşamanın hakkını vererek insanlığa yararlı olmak ve bir emanet sorumluluğu içinde öbür tarafa hazırlık yapmak. Gerisi boş, bütün gündemler de boş... O korkunç fotoğrafın hesabını soracaksanız Habertürk Gazetesi, cuma günü korkunç bir fotoğraf yayınladı. Zalim bir koca tarafından sırtından bıçaklanarak öldürülen bir annenin o vahşi cinayet fotoğrafını bastılar. Keşke öyle yapmasalardı. Güya kadına şiddet meselesinde bir ürperti hâsıl edilecek ve sorunun çözümüne katkı sağlanacak. Eleştiriler yoğunlaşınca Fatih Altaylı bu fotoğrafı savundu. Vallahi hiç kusura bakma Fatih; hiçbir izah bu manşetteki büyük hatayı meşru hale getirmez. "Annem de olsa basardım" demek, makul bir izah şekli olamaz. O anne izin verir miydi bu yapılana. Ya onların çocukları, yakınları? Aslında hiçbir kimse, annesinin, kardeşinin, eşinin, yakınlarının sırtındaki bıçakla (üstelik çıplak bir halde) fotoğrafının basılmasına müsaade etmez; edemez. Buna vicdanlar dayanmaz. Meslek ilkelerine aykırı ve insan vicdanına ters (en azından meslek ilkeleri açısından çok tartışmalı) konulara genelde küçük gazeteler yer verir. Maksat tartışılmak, gündeme gelmek, konuşulmaktır. Habertürk'ün bu tarz bir ihtiyacı olduğunu sanmıyorum. Zaten Habertürk yazarları (başta Umur Talu ve Balçiçek İlter) gazetelerinin yaptığı hataya itiraz etti ve gazeteciliğin evrensel standartlarını hatırlatmış oldu. Fotoğrafın basılması gazetecilik açısından tartışıldı. Esas başka bir konuyu ciddi tartışmak zorundayız. Bu fotoğrafı kim çekti, kime servis etti, bu işler yapılırken devlet uyuyor muydu? Neden bunları soruyorum? Belli ki fotoğraf sokak ortasında çekilmiş. Arka planda sokak ve ambulans görünüyor. İç sayfadaki fotoğrafta ise ambulansın içi, hatta araçtaki sağlık görevlilerini net bir şekilde teşhis edebiliyoruz. O zaman Sağlık Bakanlığı'na yöneltmem gereken önemli bir soru var: Bir cinayet mağduru ambulansa konulurken böyle çıplak ve sırtında bıçakla mı taşınıyor? Normal hayatında başörtülü dolaşan bir kadını kim böyle çıplak ve sırtından bıçaklanmış bir şekilde servis etti? Foto muhabiri bile çekseydi, ona bu imkânı kim verdi diye sormak gerekmiyor mu? Kaldı ki foto muhabiri ortada yok... Daha kötü bir ihtimal var: Cenazenin üstü kapalıydı da bir rica (bir talep, bir ilişki vs.) üzerine mi maktulün üzeri açıldı ve o vahşi fotoğraf basıldı? Habertürk'ün manşetinde muhabirin imzası var; ancak foto muhabirinin imzası yok. İnsanın içine şüphe düşüyor; acaba bu fotoğrafları olay yerinde görev yapan bir kişi mi çekti? İlgili ve sorumlu insanlar bu işlem yapılırken olaya neden müdahale etmediler? Hem İçişleri Bakanlığı hem de Sağlık Bakanlığı olayı kendi sorumluluk alanlarına giren şekliyle araştırmak zorunda. PANORAMA Yeni anayasa çalışmalarının 1 yıl içinde bitirilmesi hedefleniyor. En azından Başbakan'ın böyle temennisi var. CHP buna kızıyor ve 4 ön şart ileri sürüyor. Yeni bir anayasa için ön şart ileri sürmek bir çeşit mızıkçılık gibi duruyor. Hiç gerek yok. Bir sonraki seçimde, anayasa vaatleri hatırlanır ve CHP (daha doğrusu yeni anayasa vaadini yerine getirmemek için işi yokuşa süren herkes) bunun hesabını vermek zorunda kalır. KCK için "PKK'nın şehir yapılanması" deniyor. Şayet öyle ise BDP nedir diye sormak gerekmiyor mu? Öyle ya; hangi yetki ve hakka dayanarak KCK'lı belediye işçisi, BDP'li büyükşehir belediye başkanını yargılayıp ceza verebiliyor? Kaldı ki bu KCK, boğazına kadar terörün içine girmiş çoktan. En tepedeki adamları PKK'nın ölüm emrini veren insanlardan oluşuyor. KCK'nın verdiği emirler yüzünden ölen insanlar bile bu örgütün maskesiz halini yeterince gösteriyor. Nereden nereye... Los Angeles'ta muazzam bir festival düzenlenmiş, Türkiye'nin zengin kültürü orada tanıtılmış. Cengiz Çandar, Bejan Matur, Ergun Babahan gibi isimler etkinliği yerinde izlemiş. İnsanın içinden geçiyor: Keşke orada olabilseydik. Binlerce kilometre öteden gelen haberler bile insana ayrı bir heyecan veriyor. Emeği geçenleri tebrik ederiz.
10 Ekim 2011 07:06
DİĞER HABERLER