“Erdoğan, lider olarak şef otoritesini, İstanbul belediye reisliği döneminde kurup geliştirdi. Onu çılgın projelerin reisi yapan projelerin çoğu İstanbul’da ya da İstanbul’dan geçiyor. Erdoğan için İstanbul’u kaybetmek demek, “İstanbul’u dönüştüren” reislik otoritesini kaybetmek demek"
Psikiyatrist Prof. Dr. Cem Kaptanoğlu, Yüksek Seçim Kurulu'nun (YSK) iptal kararının ardından 23 Haziran'da tekrarlanacak İstanbul Büyükşehir Başkanlığı seçimiyle ortaya çıkan siyasal ortamın psikolojik durumuna ışık tuttu. Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın lider olarak şef otoritesini İstanbul belediye reisliği döneminde kurup geliştirdiğini belirten Kaptanoğlu, "Onu çılgın projelerin reisi yapan projelerin çoğu İstanbul’da ya da İstanbul’dan geçiyor. Erdoğan için İstanbul’u kaybetmek demek, 'İstanbul’u dönüştüren' reislik otoritesini kaybetmek demek" değerlendirmesinde bulundu.
Birgün'den Berkant Gültekin'in sorularını yanıtlayan Kaptanoğlu, "Sürekli seçim atmosferi toplumsal ruh halini ne yönde etkiliyor? İnsanlar keyfi ve hukuksuz kararlar karşısında nasıl düşünmeye başlıyor? Siyasetteki sert ve düşmanlaştırıcı üslup, halkın bilincinde ne gibi karşılıklar üretiyor? İstanbul seçiminin tekrar edilmesi hem toplumsal duygu durumu hem de iktidarın anlam örgüsü açısından ne anlama geliyor?" sorularını yanıtladı. Kaptanoğlu'nun açıklamalarının bir bölümü şöyle:
"2010 referandumu sonrasında yapılan hiçbir seçim veya referandumda iktidar, 2010’da yakaladığı oranda bir onay alamadı, aksine sürekli güç kaybetti ve toplumda seçim manipülasyonları, yolsuzlukları yoğun olarak tartışılmaya başlandı. Bu gün gelinen noktada, ülkenin büyük çoğunluğu seçimlerin adil ve özgür koşullarda yapılmadığına inanıyor.
"Gitsin artık başımızdan' denilenler değişti, şimdi çanlar AKP için çalıyor"
"31 Mart seçimlerine giderken toplumsal ruh halimizi; 2010-2011 yıllarında başlayarak 2017 referandumuyla gittikçe yaygınlaşıp yerleşikleşen “Her şey daha kötü olacak, en azından daha kötü olmasın” düşüncesinin tanımladığını söyleyebiliriz. Bu karanlık gelecek düşüncesinin, kaygısının, rejimin hızla otoriterleşmesiyle olduğu kadar, ekonomi ve uluslararası ilişkilerdeki bozulmalarla da yakından ilişkisi olduğu açık. “Her şey güzel olacak” sloganının benimsenmesi hatta paylaşılamaması, toplumun gelecek umudundan vazgeçmediğini göstermesinin yanı sıra, ülkede bir kötüye gidişin olduğu hakikati üzerinde neredeyse her kesimin uzlaştığını gösteriyor. Bu ruh hali Türkiye toplumuna hiç de yabancı değil. Türkiye toplumu, içine düşürüldüğü kronik kaygılı ruh halinden kurtuluş için hangi siyasi öznelerle özdeşim kuracağı konusunda hiç de tutucu değil, dün iktidar yaptığı pek çok partiyi ilk seçimde baraj altına düşürebilecek kadar dinamik politik özdeşimler kurabiliyor. 31 Mart yerel seçimlerine giderken Türkiye toplumunda farklı kesimlerden muhaliflerdeki egemen ruh hali, 2000’li yılların başında AKP’yi iktidara getiren ruh haline benziyor, fakat “gitsin artık başımızdan” denilenler değişti, şimdi çanlar AKP için çalıyor.
"YSK’nin belirttiğiniz hukuk dışı kararı ve ondan önce 7 Haziran seçimlerinin siyasal iktidar tarafından fiili olarak iptali, burjuva demokrasilerinin temeli olan serbest seçim ilkesinin, Türkiye’de artık geçerli olmadığını gösterdi.
"31 Mart bizler için modern toplumun çok ağır darbe aldığı bir milattır"
Toplumlar için hukuk, adalet, “büyük öteki” olarak organize edici bir özelliğe sahiptir. Evrensel hukuk ilkeleri, bağımsız yargı, adalet, toplumları dağılıp çözülmekten, başka bir deyişle her şeyin mümkün olduğu psikotik kaos ortamından korur. Hukukun hesaptan düşülmesi, aynen öznenin, gerçekliği değerlendirmesini mümkün kılan kerteriz noktalarının, yargılama yetisinin ortadan kalkması, dış gerçeklikle kendi iç dünyasında olup bitenleri, fantezilerini karıştırması gibi, toplumda da gerçeklik hissinin kaybına, sınırsız bir keyfilik ve saldırganlığın geri dönüşüne, “biz”e benzemeyenin veya “benzetemediğimizin” kolayca şeytanlaştırılmasına yol açabilir. Böyle bir siyasal iklim, iktidardakilere benzemeyen yurttaşlarla devlet ilişkisinin, zora ve zorbalığa dayalı, sadistik bir ilişki olması demektir.
Bu çerçevede Türkiye’de 31 Mart’tan sonra olanın, sürüden topluma geçilmesiyle, insanlık tarihindeki yüzlerce yıllık mücadele sonucunda bastırılmış olan, “arkaik babanın” veya “sürü başının” geri gelmesine, toplumun iradesinin hiçe sayılarak sürüleştirilmesine benzediğini söyleyebiliriz. Freud’un bize “Totem ve Tabu”da anlattıklarını dikkate alırsak, sürü dışına atılanların, ezilenlerin, birleşerek iktidardan düşürdüğü arkaik baba’nın, “bastırılmışın” geri gelişidir söz konusu olan. Bu anlamda 31 Mart bizler için, belirli ilke yasa ve yasaklarla kurulmuş modern toplumun çok ağır darbe aldığı bir milattır. Arkaik baba ve el verdikleri, onların emrindeki aygıtlar, kendi keyfi yasaları dışında hiçbir yasayı tanımazlar, buna burjuva demokrasilerinin dokunulmaz tabusu; “serbest seçim ilkesi” dışında, tarihsel antropolojik kökeninde “öldürmeyeceksin” tabusu olan “hukuk devleti” ilkesi de dahildir. Böylesi her şeyin mümkün olduğu bir toplumsal düzende, toplumun ruh halinde derin bir bölünmenin olmaması imkânsızdır. Yalan, iftira, komplo, saldırganlık, aç gözlülük, ilkesizlik, güvensizlik, şüphe, gerçeklikten kopuş, hakikatlerden nefret serpilip büyürken, toplumda iyi olan ne varsa tahrip olma tehlikesi altındadır. Kötülük örgütlü hale gelir iyilik görünmez olurken, iyiler kendi içlerine kapanır, “ülke yaşanmaz hale geldi” diyenlerin sayısı artar. Ülkesini terk edip başka ülkelerin vatandaşı olma hayalleri kuran gençlerin, çocukların umutsuzluğuyla sarsılırız.
"İnsanlar adalet duygusunu boşa düşüren kararların ardından ne tür arayışların içine girerler?"
Yargı bağımsızlığı, her tür siyasal rejimin yumuşak karnıdır. Toplumda adalet duygusunun sarsılması, siyasal iktidarın otoritesinin, ikna gücünün yani insanların “hayır” deme seçeneğine rağmen, onun otoritesini kabullenmelerini sağlayan meşruiyetinin sarsılması demektir. Bu sarsılma, kitlelerin özdeşim kurdukları, “evet” diyerek onu otorite kıldıkları siyasal özne/parti, lider ile özdeşimlerinin sönümlenmesini getirecektir. Kitleler, yeni politik özdeşimler kurarak, genellikle deneyip yanılmayla giden sonsuz siyasal arayışlarını sürdürürler.
Burada iktidardakilerin nasıl bir arayış içine girdikleri de çok önemlidir. Otoritelerinin çöküşüne rağmen iktidarda kalmaya çalışmaları, zor ve zorbalığı gündeme getirir.
Siyasal iktidarın kaybettiği açık olan bir seçim sonucunu kabul etmemesi ve bu temelsiz ısrarın, mızıkçılığın YSK tarafından haklı bulunmasının sistem için ciddi bir sınır ihlali olduğunu söyleyebiliriz.
Siyasal iktidarın, halk “hayır” demesine rağmen, iktidar gücünü kullanarak İstanbul’u almak istemesi, topluma şu mesajı veriyor: “Size hayır denilebilir ancak güçlüyseniz bu hayır’a kulak asmayın, ısrar edin, istediğinizi alırsınız.” Bu çok tehlikeli bir mesaj, hele demokratik kültürün yerleşmediği, her gün erkek zorbalığına “hayır” diyen kadınların acımasızca öldürüldüğü bir ülkede…
"AKP’li aşıklar, aşkın bittiğini, ayrılık zamanının geldiğini bir türlü anlamak istemiyor"
AKP, Erdoğan’ın dediği gibi İstanbul’a ihanet eden bir aşıktı. AKP’li aşıklar, bu aşkın bittiğini, ayrılık zamanının geldiğini bir türlü anlamak istemeyerek İstanbul’a hâlâ zulmediyorlar, oysa şimdi İstanbul’un gönlünde yeni bir aşk yeşeriyor. AKP, terk edilme, “hayır” denilme karşısındaki kabullenmez tavrıyla, kadın cinayetlerindeki erkek faillerin tutumlarını çağrıştırıyor. Genellikle o erkekler de “Hayır”dan anlamayan zorbalar değiller mi?
"İktidar,muhaliflerini uydulaştırarak misillemeci saldırgan bir dille tepki vermeye itebilirse başarılı olabilir"
Muhaliflerin, “terörist” veya “hain” suçlamasıyla karşılaşmaları yalnızca politikacıların kara propagandaları veya medya, sosyal medya aracılığıyla veya güvenlik güçlerinin onlara karşı tutumlarıyla olmuyor; Muhalifler, fiilen işlerlikte olan bir “düşman hukukuna” göre suçlanıp yargılanıyorlar. Otoriter rejimlerin, yolunda gitmeyen her şey, her huzursuzluk, düzensizlik, hoşnutsuzluk için suçlayacakları şeytanlaştırılmış ötekilere şiddetle gereksinimleri vardır. Saldırgan, misillemeci bir muhalefet, düşmanlaştırılmaya yatkın bir öteki prototipidir. Eğer tüm kötülükleri boca edebilecekleri hırçın, şiddete başvuran bir muhalif kesim ortada yoksa, mutlaka üretilmelidir. Her tür toplumsal hoşnutsuzluğun müsebbibi olarak damgalanacak “düşman öteki”nin üretimi için, psikolojide çok iyi bilinen iki mekanizma kullanılır; “bölme” ve “yansıtmalı özdeşim”. Muhalifler bölünür ve bir kısmı öyle şeytanlaştırılır, öyle acımasızca adaletsizlikler yapılır ki, aynı şekilde yanıt vermekten başka çareleri olmadığına ikna olurlar ve uydulaşırlar. Uydulaşmak, saldırganlaşarak, şiddete başvurarak, karşındakine benzemek, kendini, kimliğini öfke girdabında kaybetmektir. Türkiye’de özellikle sol muhalefetin “uydulaşarak” düşmanına benzeme ile ilgili deneyimleri az değildir. Ayrıca saldırganlaşarak kendilerini var edebilen sığ siyasetçilerin gündelik siyaset dilleri de muhaliflerini, misillemeci saldırgan bir dille tepki vermeye itebilirse başarılı olabilir. Çünkü bu saldırgan dil onların aşina oldukları, en iyi bildikleri zemindir.
"Zayıflayan, Erdoğan’ın karizması"
Tipik bir lider partisi olan AKP’nin, tabanıyla bağı, Erdoğan’ın parti tabanıyla kurduğu bağla hemen hemen özdeş. Bu nedenle zayıflayan, öncelikle Erdoğan’ın lider olarak karizması gerçekte. Bir liderin kitlesi üzerindeki gücünü, otoritesini belirleyen, otoritenin, liderliğin şu dört unsurunu yeterli düzeyde bütünleştirebilmesidir: Babalık, efendilik, şeflik ve yargıçlık. Başarılı bir liderde bu unsurlar her zaman çeşitli ağırlıklarda bir arada bulunur. Ülkede yaşanan adaletsizlikler, muhalefetin en ses getiren eyleminin Adalet Yürüyüşü olması, iktidarın “Yargı reformu Strateji Belgesi” hazırlamak zorunda kalması… Erdoğan’ın lider olarak adil olmayı gerektiren yargıç otoritesini yitirdiğini gösteriyor. Toplumun, adaletli olduğuna dair inancını kaybettiği bir liderin, lider olarak kalması “tevbe istiğfar” etse bile olanaksızdır.
Babalık otoritesinin olabilmesi için bir liderin, geçmişin, tarihsel geleneğin devamı olduğunu, o toplumu var eden atalardan el aldığını, yani toplumun varoluşunu borçlu olduğu “toplumsal babaların” mirasını sahiplendiğini göstermesi gerekir. Erdoğan, Hz.Muhammed’in, Bediüzzaman’ın, Fatih ve Yavuz Selim’in mirasıyla Mustafa Kemal’in, İnönü’nün mirasını bütünleştirecek bir söylem üretemediği için “baba otoritesi” dağılarak, toplumun önemli bir kesimi için üvey baba otoritesine dönüştü. Son dönemdeki söylem değişikliği ise samimiyetten uzak.
"Erdoğan'ın otoritesi beka sorunu yaşıyor"
Bir liderin, efendinin otoritesine sahip olması, toplumu tehdit eden tehlikelerden, onu koruyup kurtaracak güç ve cesareti göstermesiyle yani riske atılmayı bilmesi, karar alıp eyleme geçebilmesiyle ilişkilidir. Başka bir deyişle toplum, var oluşunu tehdit eden bir sorun yani bir “beka sorunu” olduğuna inanıyorsa lider, efendi olarak otoritesini kurabilir. Türkiye toplumu her şeye rağmen ülkenin bir beka sorunu olduğuna henüz inandırılabilmiş değil, bu nedenle Erdoğan’ın “efendi” olarak otoritesi “beka sorunu” yaşıyor.
Siyasal liderin, şefin veya reisin otoritesine sahip olabilmesi için, gelecekle ilgili projelerinin, öngörülerinin olması gerekir. Örneğin Demirel “baba” olduğu kadar “barajlar kralı”ydı da. Bunu çok iyi bilen ve uygulayan Erdoğan, muhalifleri için “Onlar konuşur biz yaparız” derken veya İstanbul seçimlerinin sloganını “Yaptık yine yaparız” olarak belirlerken, şef olarak otoritesine güvenini, iyi işler yaptığına inancını vurguluyor. Ortadoğu’nun lider ülkesi, “2023 hedefleri”, “en büyük ilk 10 ekonomi”, %100 yerli oto / “Volkswagen!”, duble yollar/”otoban” ve “Kanal İstanbul” gibi çılgın projeler, her şeyden önce şefin otoritesini besleyip kurmak için vardı. Son genel ve yerel seçimde de görüldüğü gibi, Erdoğan’ın, şef/reis otoritesini kuracak veya sürdürecek herhangi bir çekici projesi artık yok ve yukarıda sayılan gerçekleşmiş projelerin hemen hepsi Numan Kurtulmuş’un dediği gibi “tevbe istiğfar” etmeyi gerektirecek günahlarla dolu. Erdoğan, lider olarak şef otoritesini, İstanbul belediye reisliği döneminde kurup geliştirdi. Onu çılgın projelerin reisi yapan projelerin çoğu İstanbul’da ya da İstanbul’dan geçiyor. Bu nedenle İstanbul’u her ne olursa olsun “almak” istiyor çünkü Erdoğan için İstanbul’u kaybetmek demek, İstanbul’u yeniden İslam Şehri yaparak toplumsal babalarını selamlayan babalık otoritesini, fetih törenleriyle İstanbul’u yeniden fetheden “efendi otoritesi”ni, Üçüncü Havaalanı, Yavuz Selim Köprüsü, gökdelenleri, Marmaray’ı, Kanal İstanbul ile “İstanbul’u dönüştüren” reislik otoritesini kaybetmek demek.
Erdoğan lider olarak tüm otoritesini bugünden yarına hemen kaybetmeyecek, bu açık, ancak yakın gelecekte, 8-9 yıl öncesine kadar çok farklı kesimleri arkasına alabilmesini sağlayan “hegemonya” siyasetinin tamamen yıkılıp gideceğini ,“Aya duble yol yapacağız” dese inanmaya hazır bir taraftar kitlesiyle baş başa kalacağını söyleyebiliriz.