Ergenekon terör örgütüne benzer gizemli örgütler en çok beyaz perdenin dikkatini çekmiştir.
JFK gibi bir film Menderes için de yapılabilseydi Ergenekon olmazdı
Ergenekon terör örgütüne benzer gizemli örgütler en çok beyaz perdenin dikkatini çekmiştir. Çünkü her türlü denetimin dışına çıkarılmış işlerin esrarı senaristleri ilginç hikâyelere doğru sürüklemiştir.
Para, silah, uyuşturucu, cinayet. Ve hepsinden önemlisi, bu işi yapanların devlet zırhına bürünerek eylemler yapabilmesi. Derin yapıların iktidarları değiştirmeye teşebbüs etmesi, siyasi cinayetler işleyerek toplumu yönlendirmeye kalkışması, illegal örgütlerle gizliden gizliye iş birliği yapması vs. her dönemde senaristlerin ilgisini çekmiştir.
Oliver Stone, 1991'de John F. Kennedy filmine imza attı. Kevin Costner'ın başrolünü oynadığı filmde bir savcı, hâlâ esrarengiz özellikler taşıyan Kennedy suikastını mercek altına alıyordu. Filmin mesajı ve o mesajı destekleyen somut olaylar, cinayetin devlet içinde palazlanmış bir gizli yapı tarafından işlendiğini ortaya koyuyordu. Soruşturma esnasında çıkarılan zorluklar, şahitlere karşı uygulanan baskılar, delillerin karartılması için gösterilen çabalar, derin yapının ne denli güçlü olduğunu gözler önüne seriyordu. Aslında 60'lı, 70'li yılların Amerika'sı, böyle bir yapıyla yüz yüze gelmiş ve çetin bir sınavdan geçmişti. JFK'yi öldürenler, bununla yetinmemiş, kardeşi Robert Kennedy'yi de öldürmüştü. Belli bir zaman diliminde Martin Luther King gibi Malcolm X gibi sivil toplum liderlerinin öldürülmesi de kafalarda derin şüphelerin uyanmasına sebep olmuştu. Oliver Stone, delilleri masaya cesur bir dille yatırınca mesele biraz daha vuzuha kavuşmuş oldu.
Cesur sinemacı aranıyor!
Keşke bir cesur yönetmen ve senarist de bizdeki 1960 darbesini mercek altına alabilseydi. O da ciddi bir psikolojik harp operasyonuydu çünkü. Önce bir hava oluşturuldu; yalan yanlış haberlerle. Sonra ordu kışkırtıldı, darbe yapsın diye. Üniversite hocaları devreye sokuldu ve gizli bir yapı Adnan Menderes ve arkadaşlarını 'ibreti âlem olsun' dercesine idam etti. Merhum Adnan Bey'in hapishanede ve mahkeme salonundaki hazin halinin halka sunulması hatta idam fotoğraflarının neşredilmesi demokrasiden ümitlerin kesilmesi içindi. Korku yaymak istiyorlardı. Ne ilginçtir ki hâlâ 'kıyma makinesine atılan gençler' haberinin peşinden koşan bir senarist çıkmadı. Çıksaydı o günkü mitinglerin arasına nasıl sızmalar olduğunu, havanın nasıl gerildiğini göreceklerdi. Kamuoyu oluşturmak için yapılan çalışmalar deşifre edilecek ki neyle karşı karşıya olduğumuz anlaşılabilsin. Bunun bir de 80 darbesine bakan yönü var. Sağcıların da solcuların da aslında aynı merkezden hangi hileli yollarla yönetildiğini anlayan iyi niyetli gençlerin nasıl bir hayal kırıklığına uğradığını anlatmak, bizim sinemamız için de cazip bir konu değil miydi? Büyük başarısına rağmen Beynelmilel devlet içindeki örgütlenmelere fazla temas etmemişti. 28 Şubat dönemindeki korkutma sindirme eylemlerinin derin hesapları bugün bile film gibi dedirtecek zenginliğe sahip.
Bir başka başarılı yapım Ronin. Başrollerini Robert De Niro, Jean Reno'nun üstlendiği filmin çok derin bir felsefesi ve siyasi mesajı olmadığı halde çağrışım yapmak için seçilen Ronin kelimesi üzerinde durulması gerekiyor. Zira 'efendisini kaybetmiş samuray' anlamına da gelen Ronin, Soğuk Savaş sonrası boşta kalan derin kadronun durumunu ele alıyor. 'Bir gün ülkemiz işgal edilirse' ihtimaline dayanarak kurulmuş gizli bir yapıyı düşünün. Bu organize, milis örgütlenmeler için gerekli olan her şeyi biliyor; her çeşit silah kullanıyor, ses getirecek eylemler yapabiliyor vesaire. Bir gün Soğuk Savaş bitiyor, bu birimlere ihtiyaç kalmıyor ve özel yetiştirilmiş kadrolar boşa çıkıyor. Bu kişilerin onca bilgi ve donanımı şahsi çıkar için kullanmayacağını kim garanti edebilir? Filmi seyrederken Söylemezler Çetesi diye de bilinen üniformalı çeteyi hatırlamamak mümkün mü? Orada da mafyalaşan bir yapı çıkmıştı karşımıza. Ronin bir aksiyon filmi; ancak yönelttiği soru üzerinde düşününce bu ülkede de Ronin türü yapılanmalar olabileceğini anlamak gerekiyor...
Tam burada La Femme Nikita'ya ayrı bir paragraf açmak şart. 1990'da gösterime giren ilk sinema versiyonu sadece başkaldıran kadın portresi çizmiyor; aynı zamanda bazı insanların sokaktan nasıl devşirilebileceği ve devlet adına nasıl kullanılabileceğini anlatıyordu. Fransız gizli servisine kazandırılan ve suikast makinesi haline getirilen Nikita karakteri, daha sonra televizyonculara da ilham kaynağı oldu. Yıllarca Amerikan seyircisini peşinden sürükleyen televizyon dizisindeki tema da aynıydı. Gizli servis yeni bir kimlik verdiği kişilere önemli operasyonlar yaptırıyor ve bunların hiçbiri resmî makamlarca doğrulanmıyor. Bu arada servis adına yapılan eylemler kahramanın vicdanını sürekli rahatsız ediyor...
Bu ülkenin derin operasyon tecrübesi çok eskilere dayanır. İttihat ve Terakki'den bu yana kendini 'devletin gerçek sahibi' olarak görenler, halkın iradesini hep hafife aldı; hatta her türlü sivil oluşumu akim bırakmak için baskı ve tuzak kurdu. Devlet adına yapıldığı söylenen işler yüzünden herkesin bildiği -en azından herkesin kuşku duyduğu- konuların bile sümen altı edilmesine neden oldu. Mesela JİTEM diye bir örgütün varlığını herkes biliyor, bazı siyasi cinayetlerden bu illegal yapılanmayı sorumlu tutuyordu; ama bunu söylemeye kimsenin dili varmıyordu. Hizbullah diye bir örgütün PKK'ya karşı kurdurulduğu da (İşledikleri feci cinayetler dâhil) biliniyordu mesela. Hatta PKK'nın ve lideri Öcalan'ın derin bir senaryo gereği aynı merkezden yönetildiğine dair şüpheler vardı kamu vicdanında; ama 'çok gizli' dosyalar deşifre edilemiyordu.
Bu ülkede film olacak çok olay var
2 bin 500 sayfaya ulaşan Ergenekon iddianamesi derin yapıyı tüyler ürperten haliyle gözler önüne seriyor. Ne var ki bizim sinemamız hâlâ 'devlet memurunun bir düğmesi koparılırsa' korkusunu aşabilmiş değil. 1998'de çekilen The Seige filminde deli dolu bir komutan (Bruce Willis) sıkıyönetim uygulayabilmek ve otoriteyi tamamen devralmak için terör örgütlerinin eylem yapmalarına göz yumar. Bu duruma karşı çıkan polis şefi (Denzel Washington) zaman içinde ordudaki insaflı kişileri de yanına çekecektir. Türk sineması böyle bir sahne çekebilir mi? Böyle giderse Kod Adı Kılıçbalığı (Swordfish/2001) gibi bir film de çekilemez; çünkü vatanseverlik duygularıyla yola çıkan ve askerî sırlara ulaşan bir tipin beyaz sahneye aksettirilmesi sadece sinema bilgisi değil; aynı zamanda özgüven ve cesaret meselesidir.
Hakkını teslim etmek lazım ki televizyon dizileri, sinemanın yapamadığını gerçekleştirdi. Mesela Kurtlar Vadisi bahsettiğimiz çerçevede sinemacılara çok net bir şekilde fark atmış durumda. Başta derin devlet ve mafya ilişkilerini meşrulaştırıyor mu kuşkularına yol açan dizi, daha sonra Ergenekon zanlılarını çileden çıkaracak kadar gerçekçi bir dil ve mantıkla olayları deşifre etti. Kurtlar Vadisi'nin elde ettiği rekor başarıya anlam veremeyenler, aslında bu dizideki bir gerçeği göremiyor. Dizi, kahir ekseriyetin bildiği ancak sinemacıların tahayyülünden bile tir tir titrediği gizemli olayları hayalî karakterler aracılığıyla açıklıyor. Aynı çerçevede zikredebileceğim bir başka dizi daha var: Şubat Soğuğu. Yayından kalkalı onca zaman olmasına rağmen hâlâ konuşulan dizi, bu ülkedeki derin yapıyı semboller ve tiplemelerle deşifre ediyordu...
Bu ülkede senaryosu yazılacak çok gerçek olay var. Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Bahriye Üçok, Necip Hablemitoğlu, Üzeyir Garih cinayetleri gibi bir sürü faili meçhul. Zaten bir kısmı Ergenekon davasına konu olmuş durumda. 1 Mayıs Taksim mitinginin kana bulanmasından Kahramanmaraş'ta yüzden fazla insanımızın ölümüne sebep olan provokasyonlara kadar bir sürü olay sinemacıların ilgisini bekliyor. Belki bu kapının açılması için de Ergenekon Davası'na gölge düşmemesi, bu davanın sulandırılmaması gerekiyor. Çünkü bu dava hak-hukuk içinde sonuçlanırsa bu ülkede daha şeffaf ve denetlenebilir bir devlet çıkacak ortaya. O özgürlük ortamında korkunun yerini ilhamlar alacaktır; kuşkunuz olmasın...