Erkam Tufan Aytav yazdı: Canım Hocam ve gerçekle yüzleşme korkusu!
Sekiz yaşında babamı kaybettim. O gün, bir çocuğun dünyasının nasıl bir anda karardığını, ölümün nasıl bir sessizlikle geldiğini öğrendim. Babamın ani ölümüne gözlerimle şahit oluşuma rağmen, onun mezarına uzun yıllar gitmedim, gidemedim. Kabri, babamın ölümün kesinliğiydi. Orada olduğunu bilmek başka, orada yattığını görmek bambaşka bir şeydi.
İşte ben o gerçekle yıllarca yüzleşemedim.
Zamanla anladım ki, bazen insan bir acının varlığını değil, onun inkârını taşır içinde. Bu ona daha iyi gelir. Benimki de öyleydi. Babamın mezarına gitmemek, onun ölmediğine inanmak gibi bir şeydi. Belki bilinçaltımda hâlâ bir yerlerde nefes aldığını, bir gün yeniden kapıdan içeri gireceğini umuyordum. Bu yüzden kabir ziyaretini sürekli öteledim. Hep “bir gün giderim” dedim. Ve bu öteleme uzun yıllar sürdü.
Yıllar geçti. Ve bu kez aynı korku, canım Hocam için çöktü üzerime.Yaşlılığının ilerlediğini, hastalıklarının çoğaldığını duydukça gecelerim huzursuzlaştı. Her gece telefonu kapatarak uyumamın sebebi, bir sessizliği korumak içindi. Çünkü acı haberler genellikle geceleri gelir. Ve çoğu zaman cümleler “ne yazık ki- maalesef” diye başlar. İşte o cümleden hep korktum ben. Gecenin o ağır, taş gibi sessizliğini delen bir telefon sesiyle, yüreğimi delip geçecek bir haberin gelmesinden korktum.Bazen insan, duyacağını bildiği bir gerçeği duymamak için teknolojiyi, uykuya sığınmayı, hatta kendi vicdanını bile kapatır. İşte ben de öyle yaptım.
Gecenin tonlarca ağırlının yanında bir de tonlarca ağırlıktaki o acı haberin altında ezilmek istemedim.Çünkü o ağırlığı kaldıramazdım. Ama kader, kaçtığın yere kadar gelir ve seni kıskıvrak yakalar ve öyle oldu. Almanya’da gazeteci arkadaşlarla toplantı yapmak için birlikteydik. Gece odamda yatıyordum. Gece saat 03.00’tü. Acı haber hep korktuğum gibi gece gelmişti ama haber telefonla değil yattığım odanın kapısı çalarak içeri girmişti. Kapının çalma tonundan olsa gerek o an içimden bir şeylerin koptuğunu hissettim.
Ve öğrendim… Canım Hocam artık aramızda değildi. İşte ilk gençlik çağlarımdan bu yana korkarak beklediğim o mukadder an gelmişti. Şükür ki yalnız değildim. ‘Acım bir yüreğin karı değil paylaşalım’ diyeceğim dostlarımla birlikteydim.
…
Bir yıl geçti o geceden bu yana. Ruhum hâlâ o gerçeği kabullenemiyor. Dualarımda hâlâ “Allah’ım Hocaefendiyi başımızdan eksik etme” cümlesi kendiliğinden dökülüyor ağzımdan. Bu yılların verdiği alışkanlık mı yoksa ruhumun gerçeğe direnmesi mi, bilemiyorum. Vefat haberini aldığım gece, namazdan sonra yine aynı duayı ettiğimde beynimden vurulmuşa dönmüştüm. “Artık böyle bir dua edemeyecek miyim?” dedim kendi kendime. Gerçekten de O artık başımızda, aramızda değil miydi?
Bir yıl geçti, ama ben hâlâ aynı duayı ediyorum. Belki kabullenemediğim için, belki de kabullenmek istemediğim için… Fakat içimden bir ses, onun hâlâ bizimle olduğunu fısıldıyor. Ruhaniyetiyle, gözyaşlarıyla geride bıraktığı izlerle hâlâ yanımızda diyor. Ruhunun ufkuna yürüdüğünü kabullenemiyorum. Evet benim için belki bu bir kaçış, ama insanca bir kaçış.Çünkü bazı gerçekler, insanın kalbine ağır gelir. Ve bazı kayıplar, kabullenilmek için değil, hissedilmek için yaşanır.
Bazen düşünüyorum: Babamın mezarına yıllar sonra gidebildiğim gibi, Hocamın kabrine de bir gün gidebilecek miyim? Evet, ekrandan kabrini gördüm, ama oraya bizzat gitmek başka bir şey… O toprağın başında durmak, bu gerçekle yüzleşmek demek olur benim için. Henüz buna hazır değilim. Belki bir gün… Kalbimdeki kabullenmekle kaçmak arasındaki o ince çizgi biraz daha silikleşir. Belki bir sabah, içimden bir ses “artık gidebilirsin” der. O zaman gidebilirim. Ama o gün ne zaman gelir, kim bilir?..
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.