Lube Ayar genç bir gazetecidir... Başarılıdır... Sıkı haberlerin altında imzası vardır...
Bir gün savcılığa çağrılır.
Elan Ergenekon davasında tutuklu bulunan ve çete suçlarından hüküm giymiş bir şahısla ilgili bir haber yapmıştır. Savcı, bu şahısla ilgili yaptığı haberlerin neredeyse tamamına dava açtığı için, Lube Ayar bu çağrıyı “rutin bir davet” olarak düşünür.
Bağcılar Adliyesi’nde, basın işlerine bakan savcının odasına girer. Odanın duvarlarını birtakım siyasi semboller ve “bozkurt resimli takvim” süslemektedir.
Savcı, elindeki şikâyet dilekçesini ve dilekçeye eklenen gazete kupürünü uzatır. Kupürde, Lube Ayar’ın fotoğrafının üzeri çizilmiştir. Bunun ne anlama geldiğini savcı elbette bilmektedir. Gazetecinin de bilmesini istemektedir.
Kupürü gösterdikten sonra şöyle der: “Lube, bu adamlarla ilgili yazma artık. Bak sen erkek olsan çoktan vurulmuştun ha!”
Düşünebiliyor musunuz?
Devletin savcısı, “Bu üzeri çizili resim de ne oluyor? Bu apaçık tehdittir. Bu konu hakkında derhal soruşturma başlatmalıyım!” demiyor da, görevini yapan gazeteciyi uyarıyor: “Bak, erkek olsan çoktan vurulmuştun ha...” (Konunun tafsilatını, “t24.com.tr” adlı internet sitesinden okuyabilirsiniz.)
Bu savcı kim mi?
Bu savcı Şamil Tayyar’ın savcısı...
Bu savcı Bülent Ersoy’un, Hülya Avşar’ın, İpek Çalışlar’ın savcısı...
Bu savcı Abdurrahman Dilipak’ın, Vakit gazetesinin savcısı...
Bu savcı Star gazetesinin, Zaman gazetesinin savcısı...
İsmi Ali Çakır.
Son yıllarda (Şamil Tayyar’da olduğu gibi), bende de bir refleks gelişti. Ne zaman gazeteye dava açılsa, merakıma yenilerek soruyorum: “Bakın bakalım, Ali Çakır mıymış?”
Bakıyorlar. Evet, Ali Çakır...
Bu refleksi edinmemin nedeni, yine Ali Çakır’dır.
Bir gün Şanar Yurdatapan ve arkadaşlarıyla birlikte, Bağcılar Adliyesi’ne, Abdurrahman Dilipak’ın bir duruşmasını izlemeye gitmiştik. Ali Çakır’ı ilk orada gördüm... Kelimenin tam anlamıyla, tırstım... Neredeyse düşmanca bakıyordu etrafına. Esas hakkındaki mütalaası da son derece korkutucuydu.
Bir süre sonra Bakırköy Adliyesi’ne gönderildiğini öğrendim, korkum daha
da arttı.
İpek Çalışlar’ın “Latife”sine dava açıldığını öğrendiğimde, refleksle sormuştum: “Ali Çakır mı?”
Elbette Ali Çakır...
Bülent Ersoy’u da boş geçmemişti... “Kürt anaların durumuna üzüldüğünü” beyan eden sanatçı hakkında dava açmıştı.
Hep de netameli zamanlarda, netameli konularda ortaya çıkıyordu.
Ergenekon örgütü hakkında haber yapan neredeyse her gazeteye, her gazeteciye dava açtı. Şamil Tayyar’a ağır bir ceza verdirdi.
Hülya Avşar hakkında “açılım soruşturması” başlatıldığını öğrendiğimde Tophane’de oturuyordum. Hemen gazeteyi aradım. “Bakın bakalım, soruşturmayı açan savcı Ali Çakır mıymış?”
Baktılar.
Elbette Ali Çakır...
Şimdi öğreniyoruz ki, Ergenekon sanığı olan Vatansever Kuvvetler Güç Birliği Başkanı Taner Ünal’ın yardımcısı Ahmet Cinali’nin telefonundan, Vali olduğu söylenen biriyle konuşuyor. Vali’ye kendisini “Bağcılar basın savcısı” olarak tanıtıyor ve kendisine bağlı 20-22 mevkute bulunduğunu söylüyor... Vali’nin, “Heh heh... Mevkutelerin canına okuyorsunuzdur değil mi savcım?” sorusu üzerine de şöyle diyor: “Biraz okumaya çalışıyoruz...”
İşte size Ali Çakır...
Ne diyeceğimi bilemiyorum.
En iyisi bir şey dememek, yorumu kamuoyuna bırakmak...
Bundan sonrasını, Ali Çakır’ı bunca yıl meslekte tutan ve Bakırköy’e gönderen “bağımsız” HSYK düşünsün.