ERMENİ İDDİALARINDA UHUVVETİN YERİ

Ermeni iddialarının yarım asırdır ABD ve Avrupa başkentlerinde gündeme taşınmasıyla T.C’ nin nabzı hemen yükseliyor. Medyamızın ayranının kabarmasıyla da ülke gündeminin bir numaralı meselesi haline gelmesi kaçınılmaz hale geliyor. Her ne kadar devletin ilgili organları bu konuyu arşivlerden araştırsa da ne hikmetse - rating-traj getirmediğinden olsa gerek- medyada çok yer almıyor. Akademisyenler seslerini duyuramıyorlar. Siyaset ise içeride sıkboğaz dalaşmayla meşgul olduğundan yılda bir kez olsun yüzünü dünyaya dönüyor. Yani yarım asırdır aynı konu üzerinde ‘dön baba dönelim’ mantığı. Bu konudan şikayetçi olan sadece biz değiliz. Ermeni iddialarının uluslar arası uzmanı Justin McCarthy ’de bu konuda aynı düşüncede. Mc Carthy; “Türkiye’nin yaptığı en büyük yanlış, bu konu hakkında hiç konuşmamak oldu. Türkiye İkinci Dünya Savaşı sonrasında her şeyi konuşmaya, bütün arşivlerini açmaya, Ermeni meselesini tartışmaya başlamalıydı. Bunun yerine Türk diplomatlarının öldürülmesine kadar beklediler ve o zaman da bütün her şeyin üzerinden çok uzun zaman geçmiş, çok vakit kaybedilmişti. Bu zaman da Türkiye’nin aleyhine işlemiş ve bir önyargı oluşmuştu Türklere karşı. Ermeni milliyetçileri bu önyargıyı kullandılar ve Türkler de hiçbir şey yapmayarak sustular.” tespitiyle, konu hakkındaki T.C politikalarının yetersizliğine dikkat çekiyor. Reddiye üzerine kurulu bir tarih mantığı ile Osmanlı’yı mahkum eden bakış açısının geliştirdiği uluslar arası ve diplomatik politikalar yetersiz geldiğinde T.C temsilcileri lobilerden destek arayışına girdi. Unutulan ise devletler arasında daimi dostluğun yerinde daimi menfaatin olduğu göz ardı edilince bugünkü gibi hayal kırıklığı ile karşılaşıldı. *** Dünyanın dengesinin bozulduğu ve güç merkezinin yeniden şekillendiği bir zamanda, dönemin başat ülkeleri (Rusya,İngiltere,Almanya ve Fransa) fırsatı ganimet bilerek el birliği ile Osmanlı’nın dünya dengesindeki etkisini yok etmek amacıyla işbirliğine girdiler ve başarılı da oldular. İnsani uhuvvet üzerine kurulu bir sistemi (Osmanlı devlet ve millet anlayışı), dünya siyasetinde yeni filizlenen milliyetçilik ile vurdular. Osmanlı’nın etkinliğini (defterini dürme) kırma adına tarih sayfalarına, siyasetin (menfaatini) kara lekesini ‘soykırım olarak’ yazdırdılar. İngilizler, Osmanlı’ya psikolojik baskı amacıyla tarihçi Arnold Toynbee’ye ‘Mavi kitap’ı yazdırdıklarını, ‘savaş şartlarında böyle propagandalar normaldir’ itirafıyla kabul ederler. Söz konusu kitapta geçen ‘soykırım iddialarını’ savunan tanıkların Ermeni Taşnaksityun Partisi üyeleri oldukları ortaya çıktığında ise Toynbee, ‘Mavi Kitap’ ın savaş propagandası olduğunu, sonradan yayınladığı bir makalesinde itiraf eder. *** Bin dokuz yüzlü yıllarda dünya dengelerinde ABD siyasetinin etkinliğinin hissedilmeye başlandığı dönemdir. ve Ermeni diasporasının rotası da ABD’ye döner. Diasporanın başvurusu ABD Başkanı Wilson tarafından dikkate alınır. Wilson, Genelkurmay Başkanı General Harbord’u ‘Ermeni iddiaları’ nı araştırmak için görevlendirir. Harbord, yanında tarihçi, antropolog ve sosyologların olduğu bir heyetle Bitlis’e kadar gelir. Araştırmalarının sonucunda raporunu Başkan Wilson’a sunar. Raporunun sonuç cümlesinde; ‘halkların birbirine girmesi vardır ancak devletin bir planlı programlı soykırım söz konusu değildir’ tespiti yer alır. *** Bu arada ‘Ermeni iddiaları’nın yaşandığı dönemin Başbakanı Said Halim Paşa, bu iddialar üzerine mahkeme edilmek için bizzat kendisi Milletler Cemiyetine (Birleşmiş Milletler) başvurur. Birleşmiş Milletler, Said Halim Paşa’ya ;’Mahkemeye ihtiyaç yoktur. bu konuyla ilgili Harbord ve Bristol raporları yeterince açıktır.” cevabını verir *** Sanayileşme ile birlikte halklarının gelecekteki refah ve rahatını Osmanlı sınırlarındaki toprakların yer üstü ve yer altı kaynaklarında gören dünya devletleri; Osmanlı’nın insan merkezli uhuvvet idaresini-inisiyatifini milliyetçilik ile yerle bir etmekte bulurlar. Kabile, din, dil ve ırki mülahazalarla insanların kanına girerler. Ve bu sayede Osmanlı devletinin dünya dengelerindeki etkinliğinin devre dışı kalmasıyla, Osmanlı’nın hükümran olduğu coğrafyada kırkın üzerinde kabile ve ırki nitelikle devletçik ortaya çıkar. Ne hazindir ki! o gün bugün hala bu coğrafyada barışın sadece adı var. ve aynı senaryonun bir parçası olan ‘Araplar bizi kurtuluş savaşında arkadan vurdu’ yalanıyla biz oyalanırken; batı onlarla valsa durup petro dolarların ülkelerine akmasını sağladı. Biz bu yalana o kadar inandık ki! ‘Ne Şam’ın şekeri ne Arap’ın yüzü’ gibi bir atasözü bile icat ettik. Ve aynı mantığın temsilcilerinin Misak-ı milli sınırlar içinde uygulamaya koydukları, Alevi, Kürt, Türk, Sünni ve Ermeni vatandaşlarımıza karşı kumpas ve kafes planları sayesinde iç barışı nasıl sağladıklarını tartışıyoruz bugünlerde. *** Şimdi Ermeni iddiaları ilgili olarak, O günün şartlarında Olayların nasıl ortaya çıktığını, kimlerin ne kadar nasıl etkilendiğini birinci elden anlatmaktan ziyade birilerine havale ettiğimizden haklı olduğumuz davada haksız ilan edilir olduk. Batılı ülkelerin parlamentolarından çıkan ‘Ermeni soykırımı’ kararı da bu tavrımızın eseri şimdi. Millet olarak içimize girmiş menfi milliyetçilik şeytanını yok etme fırsatını kaçırmamak temennisiyle; bu dünyada insanın insandan –evrensel insani değerlerden- başka dostunun olmadığını hatırlamakta fayda görüyorum. Son tahlilde,Devlet ve Millet kaynaşmasıyla ortaya çıkacak uhuvvet ekseninde, bulunduğumuz yeri belirlememiz ve devlet politikalarımızı değer yargılarımız çerçevesinde yeniden şekillendirmemiz gerekiyor. Bu da Türkiye Cumhuriyeti’nin içerideki ve dışarıdaki saygınlığını yeniden kazanmasını sağlayacaktır. Yaşadığımız enformasyon çağı gereği, Mevlana’nın deyimiyle; “Dünle birlikte gitti cancağızım ne varsa düne ait, şimdi yeni şeyler söylemek lazım.” efendim.
15 Mart 2010 12:14
DİĞER HABERLER