Fethullah Gülen Hocaefendi'nin "Muharrem, Kerbelâ ve Çağın Yezidleri" başlıklı yeni sohbeti herkul.org.'da yayınlandı.
Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şu konuları anlatıyor:
*Keşke herkes dese ki: “Nefis cümleden ednâ, vazife cümleden a’lâ.” Herkes diyebilse ki: “Değildir bu bana layık bu bende, bana bu lütf ile ihsan nedendir?” Herkes diyebilse ki: “Dine hizmet ettim diye fahirlenme! Allah bazen bu dini bir fâcirin eliyle de teyid eder. Müzekkâ olmadığından, sen kendini o racul-ü fâcir bilmelisin.”
Başkalarını en fazla karalayan insanlar, tepeden tırnağa levsiyâta batmış kimselerdir!..
'Muharrem, Kerbelâ ve Çağın Yezidleri' (Bamteli-02/11/2014) |
*Şahsi hayatın itibarıyla, “Acaba ben bir fâsık mıyım? Nifakım var mı?” demelisin. Kendi durumunu bu şekilde belirlemezsen, hatalar hafif gelir, sevap iklimine de yanaşamazsın. Kendini, arınmaya muhtaç kusurlu bir insan görmedikçe, istiğfar bilmezsin, bilemezsin! Tevbe bilmezsin, bilemezsin! İnâbe bilmezsin, bilemezsin! Evbenin rüyasını bile göremezsin! “Üstümü başımı kirlettim, aklî melekelerimi kirlettim, tasavvur sistemimi kirlettim, tahayyül mekanizmamı kirlettim!” mülahazaları olursa, bir arınma kurnası ararsın. Fakat kendini pîr u pak, kusursuz, melekler gibi masun ve masum görürsen, tepeden tırnağa kir akıp durduğu halde, kirlerini görmezsin. Ve kendi kirlerini görmeyen insanlar, ruh haleti itibarıyla, -insan psikolojisinde vardır- dışarıda kirli aramaya durur. En çok başkalarını lekeleyen, onlar hakkında nâsezâ, nâbecâ sözler söyleyen, tepeden tırnağa levsiyâta batmış insanlardır.
*Bilmiyorum, hakikaten yamyamlar insanları yiyorlar mıydı, pişiriyorlar mıydı? Batılı misyonerler “yiyorlardı” diyorlar. Hatta ricâl-i devletten birini bile yediklerinden bahsederler. Zannediyorum onların durumları, günümüzde gıybetle insanların etini yiyen, iftira eden, her gün bir yalan ile onları karalamaya çalışan insanların durumlarından daha hafif idi! Geleneksel olarak onlar insan yemeyi öyle görmüş, öğrenmişlerdi. Fakat İslâmî gelenekte, yalanı adet haline getirmek, iftirayı adet haline getirmek, insanları karalamayı adet haline getirmek, intikam duygusunu adet haline getirmek ve birilerini bitirmeyi huy edinmek yoktur. Bunları, İslam geleneğinde, İslam’ın genel kurallarında, Kur’ân’ın temel disiplinlerinde, Sünnet’in temel esaslarında, Fukahâ-yı Kirâm’ın içtihadlarında, istinbatlarında, ahlak-ı âliye-i İslâmiye’yi telif eden o mübarek insanların kitaplarında görmek mümkün değildir!
Yezid bir tane değildir, her devrin Yezidleri ve Yezid ahlakı ile davrananları vardır!..*Öteden beri olagelmiştir bu haksızlıklar, bu zulümler fakat bazı devirlerde zirve yapmıştır. Yezid döneminde Yezidler bunu zirveleştirmişlerdir. Yezid bir tane değildir; o Yezid’in ordusundaki insanlar başkaldırabilirlerdi. Ehl-i Beyt aleyhinde tavır almaya karşı başkaldırabilirlerdi. Fakat hem o tarafta, hem beri tarafta, bir kısım, Yezid ahlakı ile davranan insanlar vardı.
*Savaşamayacak insanların üzerine gitmek, insanlığını yitirmiş canavarlara mahsus bir şeydir. Azıcık im’ân-ı nazar etseniz, günümüzde de, değişik yerlerde -buna Türkiye de dahil- aynı vahşeti görmeniz mümkündür… Yanı başınızda şeâmete dönüşmüş Şam’a bakınız.. ve bir yönüyle medeniyet merkezi, (Üstad’ın) “İslam’ın zeki bir evladı” dediği Mısır’a bakınız.. Myanmar’a bakınız.. Irak’a bakınız.. Bangladeş’e bakınız.. Dünyanın değişik yerlerinde hayalinizle bir seyahat tertip ediniz ve dolaşınız. İnsanlar vahşet içinde birbirlerini çiğniyorlar.
*Evet, dünya kan ağlıyor.. ve ahvâl-ı âdiyedenmiş gibi her yerde o ona bakıyor, o da ona bakıyor, “Galiba bunlar olağan şeylerdenmiş” diyorlar. Dolayısıyla o vahşet, o denâet, o şenâet, o yalanlar, o iftiralar, o intikam duyguları ve o birilerini karalamalar devam edip gidiyor. Yatarken sürekli bitirme hülyalarıyla yatan, bitirme senaryolarıyla meşgul olanlar; kalkarken de bizzat o senaryoların figüranlığını yapanlar; uykularını senaryo yapmakla, rüyalarını senaryolarla kirleten, kalktıkları zaman da o kirli senaryoları oynamak suretiyle bayağı aktörler olarak, etrafa sürekli levsiyat saçanlar… Herhalde İslam var olduğundan bu güne, çağımızda olduğu gibi/olduğu kadar, bu ölçüde kirlenmemiştir.
Devrin “Akıllı Mehmet”leri “No Problem” deyip duruyorlar!..*Bununla beraber, İslam’a ait bazı şeyleri ikame iddiasında bulunuyorlar. Konjonktürden haberleri yok! İçtimâî coğrafyadan haberleri yok! Cehaletin bu kadarına pes!.. Kocaman kocaman iddialar ortaya atıldıkça, o mübarek milletimiz, tarihi adına çok önemli şeyler vaad eden milletimiz, problemler sarmalı içinde kendini buluyor. Güm diye sağ yıkılıp gidiyor, güm diye sol yıkılıp gidiyor, güm diye ileri yıkılıp gidiyor, güm diye arka yıkılıp gidiyor.
*Bunlarınki akıllı Mehmet’in hikayesine benziyor: Kırkı bir uçurumdan aşağı inmek için el ele tutunmuşlar, el ele tutunarak oradan inmek istemişler. Sonra hepsi çözülmüş, yere düşmüşler; otuz dokuzu ölmüş, birinin de kolu-kanadı kırılmış. “Akıllı Mehmet ne oldu?” demişler; “Sormayın, az daha bir sakatlık çıkaracaktık.” cevabını vermiş.
*Mübarek bir ülke.. istikbal vaad eden bir ülke.. bir Söğüt’te, söğütçükte ser çekmek suretiyle altı asır insanlığın kaderine hakim olan, devletler muvazenesinde muvazene unsuru olan mübarek Anadolu insanı… Fakat siz telekomünikasyonun çok inkişaf ettiği, tekniğin çok inkişaf ettiği ve bir düğmeyle dünyanın en uzak noktasına ulaşabildiğiniz bir dönemde, ülkeyi problemler sarmalı haline getirdiniz! Hâlâ da Akıllı Mehmet gibi “No Problem” diyorsunuz. Evet, tarih bunları, bir, ağlama sayfaları olarak onlara yazacak, bir de gülme sayfaları olarak.
Yezidlere Karşı Sa’d Bin Rebî’ Tavrı*Evet, her devirde olmuştur böyle. Maalesef günümüzde de, dünyanın dört bir yanında böyle bir Yezidlik var. Yahu birader! Siz Seyyidina Hazreti Hüseyin’i çağırdınız, ehl-i beyti ile beraber, çocuklarıyla beraber. Hepsini kılıçtan geçirdiler. E madem çağırmıştınız, ey Persliler, ne diye onların imdadına koşmadınız? Yezid yerin dibine batsın, Allah’ın cezası bir insan; fakat sizinkine de Yezidlik denmez mi?
*Birileri Yezidlik yaparken, onca insanın, haksızlık karşısında susarak dilsiz şeytanlık yapmasını, Yezidlik yapanlardan daha garip buluyorum. Evet, Yezid, Yezidlik yapıyor; fakat birileri onun Yezidliğine karşı, “Hayır olmaz bu!” demiyor. Madem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir parçası, ona sahip çıkmak gerekirken durup uzaktan o işe bakma.. sonra yalandan, onların orada şehadetleri üzerinde ağıtlar yakma… Bu, insanca bir tavrın işareti değildir! İnsanca tavrın işareti, Sa’d bin Rebî’in Uhud’da yaptığı şeydir! “Rasûllullah (aleyhissalatü vesselam) vefat etti!” diyorlar. Kılıcını çekiyor, ileriye atılıyor: “O’nun vefat ettiği yerde siz niye yaşıyorsunuz?” diyor. Böyle yapmak gerekmez miydi? Mus’ab ibn Umeyr gibi yapmak gerekmez miydi? Abdullah ibn Cahş gibi yapmak gerekmez miydi acaba? “Allahım! Tam fırsatıdır. Beni burada şehit etsinler; kolumu kol, bacağımı bacak, kafamı kafa… koparsınlar. Ben Senin huzuruna kanlar içinde geleyim. Bana Sen diyesin ki: ‘Abdullah sana ne oldu?’ Ben de ‘Rasûlullah’ın yolunda, önünde kalkan olmaya çalıştım, böyle oldum!’ diyeyim!” demek gerekmez miydi?
*Evet, hiçbir zaman Yezidler, Şimirler, İbn Mülcemler, Lü’lüler eksik olmadı. Onun için günümüzde olanlara bakıp da yadırgamayın. Hiss-i mürüvvetle, engin insanî duygularla kendimize dua ederken “Allahım bizi de, şirazeden çıkmış, endaze bilmeyen bu insanları da hidayet buyur. Cennet yoluna girmeyi lütfeyle ve onları da Firdevs’inle sevindir!” demek suretiyle, haklarında iyilik ve güzellik dilek ve temennisinde bulunalım.
*Yezid öyle bir Yezid’dir ki, Yezid ismini kirletmiş. Sadece Ehl-i Beyt muhabbetiyle meşbû insanlarda, Alevilerde değil, Sünnî dünyada da Yezid adı yoktur. Hiç koymamışlar. Oysaki Ashâb-ı Bedir arasında, bir tespite göre dört tane, başka bir tespite göre beş tane Yezid vardır. Yezid, Arapça bir kelime, “artar” veya “arttırır” manasına gelen ve çok kullanılan bir kelime. Fakat adeta Yezid ismi adına, Yezid’in dönemi bir dönüş noktası olmuş. Onunla artık Yezid ismi kullanılmayan, başkalarına verilmeyen mel’ûn bir isim haline gelmiş.
*Bakın, hukuk sistemi nereden alınıyor? Kavî şüpheye binaen. Hazreti Hüseyin’in şehadeti de kavî şüpheye binaen. Kavî şüphe şu: Bir yerde bu adamlar, tam bizim gibi düşünmediklerine göre, kuvvetli bir şüphe var. Dolayısıyla, bunları hemen alıp içeriye, derdest etmek lazım.. ve ona göre savcı uydurmak lazım; ona göre hakim uydurmak lazım; ona göre de polis uydurmak lazım. Kuvvetli bir şüphe var, bunların canına okumak lazım. Yezid düşüncesinden farkı yok!.. Ne diyor Yezid? “Şayet bunlar Kûfe’ye varırlarsa, Iraklıların bize karşı çıkmaları kavî bir şüphe teşkil eder. En iyisi biz bunların kellesini alalım, dolayısıyla o kavî şüpheye meydan vermeyelim!”
Mübarek Ay Muharrem’e Kan Bulaştı!..Soru: Hazreti Hüseyin efendimizin Kerbelâ’da şehit edilişi hala ciğerleri dağlıyor; özellikle Muharrem ayı gelince yürekler bir kere daha yanıyor. Fakat bugün İslam dünyasının çeşitli bölgelerinde değişik ölçeklerde Kerbelâlar yaşanmaya devam ediyor. Kerbelâ hadisesini nasıl okumak, anlamak ve anmak lazım ki yeni Kerbelâların önüne geçilebilsin?
*Dört bir yandan bela… bela sarmalı demektir esasen o… Alvar İmamı’nın ifadesiyle, “Bugün mah-ı Muharremdir, muhibb-i hanedan ağlar / Bugün eyyam-ı matemdir, bugün âb-ı Revan ağlar.” Mehmet Akif farklı bir şekilde meseleye temas eder, onun kapkaranlık bir gün olduğunu ifade sadedinde:
“Yıllar geçiyor ki, yâ Muhammed
Aylar bize hep Muharrem oldu!
Akşam ne güneşli bir geceydi…
Eyvah, o da leyl-i mâtem oldu!
Âlem bugün üç yüz elli milyon
Mazlûma yaman bir âlem oldu:
Çiğnendi harîm-i pâki şer’in;
Nâmûsa yabancı mahrem oldu!
Beyninde öten çanın sesinden
Binlerce minâre ebkem oldu
Allah için, ey Nebiyy-i ma’sum,
İslâm’ı bırakma böyle bîkes,
Ümmeti bırakma böyle mazlum.
*Muharrem ayı aslında çok mübarek bir aydır. Hazreti Musa (aleyhisselam)’ın Firavun’un şerrinden kurtuluşu gibi güzel hadiseleri bağrında saklayan bu ay, Kerbelâ ile öyle bir kirlenmeye maruz kalmıştır ki, Rasulullah’ın Ehl-i Beyt’i orada şehit olmuşlardır. Onun için mah-ı Muharrem insanların, mü’minlerin, Sünnî Alevî herkesin ağladığı bir ay haline gelmiştir. O güzelim ay.. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun vahşet ve denaetten sıyrılarak, Sevr sultanlığında muvakkaten ikamet buyurduktan sonra Medine-i Münevvere’ye hicret ettiği Muharrem ayı.. müslümanların sene başı olarak kabul ettikleri Muharrem ayı.. bir gün geliyor Kerbelâ’da Revan nehri kenarında öyle bir kirleniyor ki artık ondan sonra Muharrem ayı dediğimizde aklımıza o geliyor bizim.
Hazreti Ali’nin hane-i saadeti nasıl bir evdi?*Hazreti Ali efendimizin İbn Mülcem denilen densiz insan tarafından şehit edildiği hadise anılması lazım. Fakat o hadise anılırken bence Hazreti Ali’nin şah-ı merdan, damad-ı Nebi, fatih-i Hayber, haydar-ı kerrar ve ikinci veya üçüncü Müslüman, Efendimiz’in terbiye-gerdesi olduğunun özellikle vurgulanması lazım.
*Hazreti Ali efendimizin, halife olduğu dönemde hükmettiği cihan bir yönüyle şimdiki Türkiye kadar yirmi idi. Fakat onun iki kat elbisesi yoktu. Merak mı ediyorsunuz? Merhum Seyyid Kutub’un “El-Adaletü’l-İctimaiyye fi’l-İslam” adlı eserine bakın. Diyor ki: “Hazreti Ali kış günlerinde yazlık elbise ile tir tir titriyordu. Yaz günlerinde de bazen kışlık elbiseyle buram buram ter döküyordu. Çünkü iki kat elbisesi yoktu.” Hazreti Pir-i Mugan, onun kerametine veriyor; fakat Kutub, siyer ve megazi beyanlarına dayanarak bu mevzuda fakirane hayatını anlatıyor.
*Ehl-i Beyt kimdir, o hane nasıl bir hanedir? Bunun anlatılması lazım. Hazreti Ali’nin hanesinin iki göz olduğunu zannetmiyorum. Zannediyorum hücre gibi bir yerde kalıyordu halife olduğu dönemde. O mübarek validemiz… Hani siz dersiniz ki: “Yaşadığımız çağda olsaydı, hamal gibi koştururduk, bütün ihtiyaçlarını görürdük, o anamızın hayatı o kadar zorlukla götürmesine izin vermezdik.” Evinde öğütülecek unu kendi el değirmeniyle yapıyor ve canım çıksın elleri nasır bağlıyor. Hazreti Ali kuyulardan su çekerek evinin ihtiyacını karşılıyor. Su kuyudan çekiliyor; göze yok, kaynak yok o yörede.
Hazreti Fatıma’nın Masum Talebi ve Sonraki Devirlerde İstismar Edilen Humus*Hazreti Fatıma Validemiz, Efendimiz ruhunun ufkuna yürüdüğünde otuz yaşında ya var ya yok, Dayanamıyor o hicrana, türbe-i saadetine gidiyor Efendimiz’in, toprağı avuçlayıp alıyor; işiten herkesi hüzne boğan mısraları sıralıyor: Mealen, “Hazreti Ahmed’in türbesindeki kokuyu bir kere hisseden artık yaşadığı sürece güzel kokular koklamasa ne çıkar! (Ey sevgili ve muhterem babacığım! Senin ruhunun ufkuna yürümenden dolayı) üzerime öyle musibetler döküldü ki; şayet bunlar, gündüzlerin üzerine dökülseydi, nurlu günler kapkaranlık gecelere dönerdi.” diyor.
*Hazreti Fatıma bir gün Efendimiz’e geliyor, o nasırlı ellerini gösteriyor. “Ya Rasûlallah, diyor gelen o humustan…” (Ah istismar edilen o humus.. “İşin başındayım, bize düşen de bir humus var!..” Ah kör olası gözler.. sağır kulaklar.. ah şekli Müslümanlıkla müteselli olan, gerçek Müslümanlığı bilmeyen, hakikatinden haberdar olmayan ama “onu ikame edeceğim” diyen nankörler!..) “Ya Rasûlallah! Tahammülfersa oldu, artık götüremiyorum!” diyor. Efendimiz, “Eve gidin, beni orada bekleyin” diyor. Mübarek annemiz diyor ki -en sahih hadis kitaplarında- “Biz yatağa girmiştik Ali’yle. Efendimiz gelince, ayağa kalkmak istedik, ‘Olduğunuz gibi kalın’ dedi. (Detayına kadar anlatıyor annem; diyor ki) Ayağının serinliğini göğsümde hissetim! Buyurdular ki, ‘Ben size istediğinizden daha hayırlı bir şey söyleyeyim mi? Yatağa girmeden önce 33 defa Subhanallah, 33 defa Elhamdüllilah, 34 defa da Allahu Ekber deyin, bu sizin için daha hayırlıdır!’ Pekâlâ, ya Rasûlallah!” Pekâlâ, ya Rasûlallah!.. Ali budur, Fatıma budur. Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin’in neşet ettiği hava buydu. Allah hepsinden razı olsun; Ehl-i Beyt’in gölgesini başımızdan eksik etmesin!
Ehl-i Beyt’in büyükleri nasıl yâd edilmeli?*Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin efendilerimizi anlatırken de insanların içinde onlara karşı olan o sevgiyi coşturacak, magmalar halinde fışkırtacak şekilde bir şeyler bulup anlatmak lazım. Bulma için zorluk çekmeyeceksiniz, Siyer’e, Megazi derinliklerine indiğiniz zaman onları göklere çıkarabilecek öyle ifadeler vardır ki!.. Onların gerçek konumlarını belirleyerek Kerbelâ’yı öyle destanlaştırmak, Hazreti Hasan efendimizin şehadetini öyle destanlaştırmak, İmam Cafer-i Sadık’ı, Muhammedü’l-Hanefiyye’yi, İmam Zeyd’i öyle destanlaştırarak anlatmak lazım.
*Falana filana lanet okumanın onların ruhlarına bir faydası yoktur, bize de bir sevap kazandırmaz. Lanetin kendisine lanet, sövmenin kendisine sövme, sebb. Bunların aslında bir sevabı yok. Ne Kur’an’da, ne Sünnet’te, ne selef-i salihînin beyanında, ne Hazreti Ali efendimizin beyanında, ne Hasan efendimizin beyanında, ne de Hüseyin efendimizin beyanında yok böyle bir şey. Olsa olsa Yezid’in beyanında, Haccac’ın beyanında olur. Öyle bir şey yok… Onları hatırladığımızda her zaman gönüllerimizde oturabilecekleri bir sandalyede oturuyor gibi, bize yeniden komut veriyor gibi, kumanda ediyor gibi, onları o büyüklükleriyle gönlümüzde duymamız lazım. Gözyaşlarıyla yâd etmemiz lazım. Yalanla değil, bağırıp çağırmayla değil, böyle yâd etmemiz lazım.
*İmkân olsa da keşke ister camide isterse cem evinde meseleye bu şekilde yaklaşma -Allah’ın izni ve inayetiyle- onların sevgisini gönlümüzde kalıcı kılacaktır.. ve dünya bir gün onların çizgisinde yeniden şekillenecektir.. herkes birbiriyle kucaklaşacaktır.. Yezidler duygusu toprağa gömülecek ve üzerine kayalar konacaktır.. bir daha hortlamasına meydan verilmeyecek şekilde defnedilecektir Yezidî düşünceler, Haccâcî düşünceler, Amnofisî düşünceler, Ramsesî düşünceler, İbnü’ş-şemsî düşünceler, İskenderî düşünceler, Napolyonî düşünceler!
Allah, bizi istikametten ve Ehl-i Beyt yolundan ayırmasın! Amin…
Sohbetin tamamını izlemek için tıklayınız