Nice güzel insan dâussıla duygusuyla yaşadığı bir diyarda ya da iç içe gurbeti yudumladığı öz yurdunda bir garip olarak ahirete yürüdü; Allah, onları Ashâb-ı Bedir’le, şüheda-i Uhud’la beraber haşreylesin!..
Bir değil bir hayli insan, dünyanın değişik yerlerinde dâussıla duygusuyla yaşadığı bir dönemde ahirete yürüdü. Mübtelâ oldukları bir kısım hastalıkların -“kutsal hafakan” dediğimiz mukaddes hüzünlerin de sebebiyet vermesiyle- onulmaz hale gelmesi söz konusuydu. Hani bir falanı, falanı, falanı düşünün!.. Bir taraftan burunlarının kemiği dâussıla duygusuyla sızlarken, beri taraftan ruhlarının ufkuna, öbür dünyaya, ebedî âleme yürüyorlar; “dâr-ı fenâ”ya veda ediyor, “dâr-ı bekâ”ya teveccüh ediyorlar.
Çok kolay değil. Bir taraftan dünyadan ayrılma; bir taraftan bilemedikleri bir âleme gitme… Kabir köprüsünü nasıl geçeriz? Berzah hayatını nasıl aydınlık içinde yaşarız? Mizan’da durumumuz nasıl olur? Cenâb-ı Hak ne ferman eder; şu tarafa mı, bu tarafa mı? Terazinin kefeleri neyi, nasıl tartar? İnanıyorlar ise, bunlar, onların her zaman hesaplarında vardır; defterlerinin, düşünce defterlerinin başköşesini işgal eder inanan insanların.
Bir taraftan bu duygular… Bir taraftan da alışageldiğimiz şeyler var. Mesela, zannediyorum, nebî bile olsa, öbür âleme göçeceği an, alıştığı, arkadaşlık tesis ettiği, beraber yatıp-kalktığı, beraber yürüdüğü arkadaşlardan muvakkaten ayrılmanın hicranını ruhunda duyar. Bunu, Cenâb-ı Hak ile irtibatı en kavî olan Hazreti Sâdık u Masdûk (alâ nebiyyinâ elfu elfi salâtin) bile hissetmiştir; arkadaşlarından ayrılma hüznünü hissetmiştir.
Bir taraftan burnunun kemiklerini sızlatan, bu… Bir taraftan -bahsettiğim gibi- bunlar için, dâussıla: Alışageldiği yerler.. evi, alışageldiği yer.. sokağı, alışageldiği yer.. oturup-kalktığı, düşe-kalktığı komşuları, akrabaları.. varsa annesi-babası, yakını, evladı… Cüdâ düşmüş, ayrılığa maruz kalmışlar… Bütün bunları düşünerek öbür âleme gitmek, çok kolay değil, zor bir şeydir.
Bunca zor şeye şikâyet etmeden katlanılıyorsa, öbür tarafa giderken bile zihinler hala öbür taraf azığı ile meşgul ise, bunlar, Bedir’de şehit olmuş gibi, Uhud’da şehit olmuş gibi -zannediyorum, hüsnüzannım, kanaatim- sorgusuz-sualsiz gider, nezd-i Ulûhiyette hususî iltifata mazhar olurlar, inşaallah. O (bugün vefat haberini aldığımız) da inşaallah diğer arkadaşları gibi hususî iltifata mazhar olsun!..
Hatırladığım zaman, benim gözlerimi yaşartan, candan arkadaşlarım vardı. Onlar da -öyle- gurbette, ruhlarının ufkuna yürüdüler. Ülkelerine dönme imkânı verilmedi kendilerine. Metastaz yapmış bir kanser ile inlerken, “Dönsem, kendi yurdumda ölsem!” diyene bile, “Hayır, gelince içeriye atarız, işkence ederiz! Dediğimizi demezsen, sana haddini bildiririz!” falan dediler. (Bakınız: “Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!” https://youtu.be/dAsHlmd3i80) Bütün bunların hasretini derinlemesine, çok buudlarıyla içinde duyarak, çok derinlikleriyle içinde duyarak öbür tarafa yürümek, çok hafife alınacak şey değil.
Mekke’den hicret eden Ashâb-ı Kirâm’ı düşünün!.. Daha gider gitmez, Medine-i Münevvere’de, bir yandan dâussıla ve diğer yandan daha ikinci senede Bedir savaşı. Dâussıla sevdası ve savaş… Medine’ye henüz ısınıyor ve düşmanla öyle bir savaşa da yeni giriyor olmuşlar. Ve İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) ayağını sağlam yere basar hale gelmiş; gözlerinde ümit ışınları tüllenmeye başlamış. Böyle bir dönemde hayata veda etmeleri, insan olarak ağır gelir. İzzet Molla’nın ifadesiyle: “Ben usanmam -gözümün nuru- cefadan, amma / Ne de olmasa, cefadan usanır, candır bu!” Bir usanma hissettiklerini zannetmiyorum onların; fakat bir insan olarak, tekme yemiş gibi sarsılmamaları mümkün değil, sarsılır herkes.
Bunun da kendine göre kazanımları vardır, Allah’ın izni ve inayetiyle. Onun için büyük bir Hak dostu, “Dertten büyük dermân mı var / Bir sebeb-i gufrân mı var / Dert gibi bir kıymet mi var / Dertlileri, sever Rahman!..” diyor. İçinizde ne kadar, küme küme dertler var ise, deşeledikçe alttan yeni yeni ne kadar dert çıkıyor ise, sizi sıkacak, streslere/anguazlara sevk edecek ne kadar problem var ise, bunların hepsi, sizde dökülmesi gerekli olan bazı şeylerin dökülmesine vesile olur. Bunlar, insanı, arındıran kurnaların altında arınıyor, semadan inen yağmur, kar, dolu altında arınıyor gibi yapar. Bu son sözler ile Efendimiz’in mübarek duasına işarette bulunmak istedim: “Allah’ım, beyaz elbisenin kirden arınması gibi beni de hatalarımdan temizle; beni karla, suyla ve dolu ile (yıkanmış elbise gibi) hatalarımdan arındır.” buyuruyor. İşte, musibetler öyle bir arınmaya vesile oluyorsa, bunu da severek karşılamak lazım.
Hepimiz, insanız; hepimizin şöyle-böyle kusurları olmuştur. Bazen bir zihin kirliliğine sebebiyet vermişizdir. Bazen gözlerimizden içeriye akan kirler olmuştur. Anlıyorsunuz ne demek olduğunu!.. Bazen kulaklarımızdan içeriye akan kirler olmuştur. Bazen kalbimizi kendi ritmine uyduran kirler olmuştur. Bazen bütün letâif-i insaniyemizi tesir altına alan kirler olmuştur, istemesek bile… Gerçek mü’mince yaşamada, rüyalarını bile bunlardan sıyânet etme esası vardır; hayallerini bile bunlardan koruma esası vardır. Bütün bunlar ile öbür âleme gidilirse, “Niye kendini saldın? Neden bu düşüncelere yol verdin? Neden kalbin/Latife-i Rabbâniyen için, şeytana açık olan kapıları ardına kadar açtın?!.” diye sorulabilir.
Fakat bu türlü kurnalardan geçince öbür tarafa -Türkçemizde ifade edilen şekliyle diyelim- “pîr u pâk” olarak gider insan. Zannediyorum, kabirde Münker-Nekir hazretleri gelince, bu adamın çehresine bakacaklar; Abdullah İbn Selâm’ın Rasûl-i Ekrem’in mübarek çehresine bakışı ile bakacaklar, önyargısız bakacaklar. Diyecekler ki: “Vallahi, buna soracak bir şey yok! Adam, tepeden tırnağa nurefşân bir mahiyet arz ediyor!”
Hani Hazreti Pîr şöyle ifade ediyor: Bu, bir menkıbe. Menkıbelerin aslına değil -diyorum hep- faslına bakılır, ifade ettiği mana önemlidir. Mollayı koyuyorlar kabre. Ders tedris esnasında, Hadis, Tefsir okuyor, Siyer vadilerinde dolaşıyor, duygu ve düşünce açısından İnsanlığın İftihar Tablosu’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) adım adım takip ediyor. Bû-Bekr u Ömer u Osman u Ali (radıyallâhu anhüm) nasıl yaşamışsa, kemâl-i hassasiyet ile onlara takılmış; “Acaba ne etsem ki ben onlara ulaşsam ve bir kaldırım taşı gibi başımı onların ayakları altına koysam!” diyor. İşte böyle bir iklim içinden ayrılıyor; kabre koyuyorlar. Münker-Nekir gelip soru soruyor: “Senin Rabbin kimdir?” Tebessüm ediyor ilim talebesi; “ mübtedadır, onun haberidir.” diyor; Nahiv ilmince cevab veriyor, kendini medresede zannediyor. -Aksi de olabilir; mukaddem haber, muahhar mübteda; öyle de olabilir, ikisi de caiz Nahiv açısından.- “Men, mübteda; Rabbuke, onun haberidir; siz bana doğru soru sorun, bunlar basit şeyler!” diyor. “Vallahi buna diyecek bir şey yok!” deyip gidiyor Münker-Nekir. Zannediyorum, böyle defaatla arınma kurnalarından geçmiş insanlar, öbür tarafa bu şekilde geçiyorlar.
Günümüzün karasevdalıları bir dönemde hasret ve hicran mülâhazalarına takılmadan, “gurbet” ve “yâd eller” demeden, hedef Hak rızası, “irâdî/ihtiyârî hicret” ile açıldılar dört bir yana!..
Bu cümleden olarak, dünden bugüne iki türlü hicret yaşanıyor. Birisi, “ihtiyarî hicret”. İhtiyârî hicret, nâm-ı Celîl-i Muhammedi’yi cihanın dört bir yanında duyurma ve rûh-i Revân-ı Muhammedî’nin şehbal açmasını sağlama mülahazası ile dünyanın dört bir yanına gönüllü gitmektir. Her şeylerini bir çantanın içine koymuş, gitmiş insanlar var. O gün, belki bazı şeylere takılmışlar ama saffetleri, temizlikleri, gönül aydınlıkları, yüksek gaye-i hayalleri, dünyevî bir talep peşinde olmamaları… Bunları gören insanlar, onlara bağırlarını açmışlar sonuna kadar, kale kapıları gibi; “Sinemize sandalyenizi atıp oturabilirsiniz!” demişler. Ve yirmi küsur sene, otuz seneye yakın süre zarfında, onlar, gittikleri yerlerde o bayrağı dalgalandırmaya çalışmışlar. Dünyanın en uzak yerlerine kadar gitmişler ama bitmemiş o mesele. Tâ Güney Kutbuna kadar gitme vardı, penguenlere anlatmak için. Kuzey Kutbuna gitmek vardı, oradaki -bağışlayın- boz ayılara anlatmak için. Onlara da “Mahlûksunuz fakat efdal-i mahlûk, eşref-i mahlûk Hazret-i Rûh-u Seyyidi’l-Enâm var. O hepimizin Efendisi’nin sizin için bile ifade ettiği bir mana vardır, bunu duyurmaya geldik size!” demeye kadar…
Belki kimisi de bu mülahaza ile çantasını eline almış, bu niyet ile yola çıkmış; hedefinde bu ufuk var, bu ufku yakalama var, bu gâye-i hayal var. Ama yolun bir yerine kadar ömrü vefa etmiş; dörtte birine, üçte birine kadar… Fakat Allah, niyetlere göre muamele yapar; tamamen onun o ufka varmış olması mülahazası ile ona muamelede bulunur. “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır!” beyanı Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) ait. Buhari’nin ilk hadisi; seyyidinâ Hazreti Ömer rivayet ediyor. “Ameller, niyetlere göredir; kim, neyi niyet ediyorsa, Allah, onu verir!” Bazen hiçbir şey yapmayabilirsiniz, çantanızı elinize aldınız, arabaya bindiniz, bir trafik kazasında ruhunuzun ufkuna yürüdünüz; Cenâb-ı Hak, sizin hedefinize göre size muamele yapar. “Kim Allah’a ve Rasûlü’ne kavuşma (ve onların rızası istikametinde) hicret için evinden çıkar da daha yolda iken ecel gelip kendini yakalarsa, hiç şüphesiz (o da mükâfatı hak etmiştir) onun (geçmiş günahlarını affetmek ve) mükâfatını vermek Allah’a aittir.)” (Nisâ, 4/100)
İşte belli bir dönemde böyle “ihtiyârî hicretler” oldu. Gönül rızası ile gittiler; coğrafyada yerlerini bilmedikleri yerlere gittiler. Gittiler, orada “Öğretmenlik yapacağız, rehberlik yapacağız, okul açacağız!” dediler. Fakat hırpânî binalar içinde okul nasıl açılır?!. Vakıa… Vakıadan bahsediyorum; orada birer ırgat gibi çalıştılar. Birisinin bir hatırasını -antrparantez- arz edeyim: Sevdiği insanlardan birisinin böyle bir yere gittiğini duyuyor. Ben de o zatı tanımıştım, tanıma şerefine ermiştim. Bir yönetim kurulu başkanı, zenginlerden birisi idi. Onun tanıdıklarından bir tanesi de bir yere gitmiş. Gittiği yerde de müdür olmuş. “Ben onu gittiği yerde, vazife başında bir göreyim!” diyor. Giriyor o binanın içine, soruyor “Falan nerede?!” diye. Diyorlar ki “İşte falan yerde!” Sorduğu kişi o müessesenin müdürü, başına da kâğıttan bir şey koymuş, elinde fırça, duvarları boyuyor. Onun gönlünü fethetmeye yetiyor bu, onu öyle görünce.
Bütün bunlar, göze alınarak gidildi. Bu “ihtiyarî bir hicret” idi. Mercûhun, râcihe tereccüh etmesi cihetiyle, hani bu bir yönüyle “râcih” bir mesele idi. Gün geldi, bu arkadaşlar, Cenâb-ı Hakk’ın lütfettiği şeyi yaptılar. Hiç kimse -ne de Kıtmîr- bu olup biten şeylerin onda birini kendine mal etmesin!.. Okulları açan, O (celle celâluhu) idi; gönüllerde size sevgi kapılarını açan, O idi. “Rahmân, iman edip imanları istikametinde sağlam, doğru, yerinde ve ıslaha yönelik işler yapanlar için (gök ve yer ehlinin gönüllerinde) bir sevgi var edecektir (de onlar her tarafta kabul göreceklerdir.)” (Meryem, 19/96) İman edip sâlih amel yapanlara, yerde-gökte sevgi vaz’ edilir. Onlar, gittikleri her yerde hüsnükabul ile karşılanırlar. Yapan, O (celle celâluhu) idi; sevdiren, O idi; o binaları size verdiren, O idi. Bunu böyle bilen, böyle gören hiç kimse -zannediyorum- Cenâb-ı Hakk’ın eltâf-ı Sübhâniyesinin tezahürü olarak bize lütfettiği o eğitim müesseselerine sahip çıkmaz, hiç kimse de sahip çıkmasın!.. Allah’ın lütfettiği müesseselerde benim de bir hissem varmış gibi görünmeye ne hakkım var?!. Ve zannediyorum hiçbir arkadaşım, bu mülahazanın ötesinde-berisinde bir düşünceye sapmamıştır, Allah’ın izniyle. Sapsalardı, o geniş coğrafyada Cenâb-ı Hak, o imkânları vermezdi onlara.
İslam dünyasında bazı yerler ve bir kısım dostlar imtihanı kaybettiler; ikiyüzlü kimselerin imanına kandı, kendi nesillerinin imdadına koşanları yüz üstü bıraktı ve hatta samimi Hak erlerini eşkıya ile pazarlık konusu yaptılar.
Böyle “ihtiyarî hicret” ile bu “göç”ü taçlandıran insanların, çok önemli hizmetlere vesile olmalarının yanı sıra, bir de karşılarına ifritten düşmanların çıkmasına ve onların yaptıkları şeyleri tahrip etmesine rağmen, hâlâ yerlerinde sâbit-kadem olmaları ve bu işi devam ettirmeleri, onlar için öyle yüksek bir pâyedir ki!.. Zannediyorum, gittikleri yerde hiçbirinin dikili bir taşı olmamıştır. Kendilerine güvenerek söylüyorum bunu. Ve zannediyorum “Vardır diyen insan, parmak kaldırsın!” desem, burada parmak kaldıracak bir insanın bulunacağına ihtimal vermiyorum. Çünkü giderken “lillâh, li-eclillah, li-vechillah” Hak rızası için gitmişlerdi. Allah’ım, her amelimde ihlaslı olmayı, rızana ermeyi ve Sana halis aşk u iştiyakla teveccühte bulunmayı istiyorum!..” deyip gitmişlerdi. Onların bu küçük adımlarına -kendilerine göre büyük adım ama sebepler açısından bu küçük adımlarına- Cenâb-ı Hak da başları döndüren eltâf-ı Sübhâniyede bulunmuştu; hem öyle bulunmuştu ki!..
Bugün bir kısım kimseler, onu tahrip için koşuyorlar. Tahrip çok kolaydır; böyle bir binayı bir tane çocuk, yerle bir edebilir. Ama böyle bir binanın yapılması… Şu bina, beş-altı senede, işte o fedakâr kardeşlerinizden birinin, bir yerde kazancıyla -müteahhitlik yapıyordu, onun kazancıyla- yapıldı. Parça parça gönderdi, beş-altı senede bitti; bildiğiniz, çoğunuzun bildiği bir kardeşiniz sizin. O da öyle hicret etmişti; şimdi bu defa da başka bir yere hicret etti; o hicreti değerlendirmeye. Bir zaman “ihtiyarî bir hicret” yapmıştı; şimdi de “ızdırârî/cebrî bir hicret”. Allah, bazılarına böyle iki hicretin sevabını birden lütfediyor.
Tamir çok zordur, tahrip çok kolaydır. Tahribe çalışıyorlar ama o çatlak seslerin müessir olduğu yerleri saymaya kalksanız, on tane yer ya vardır ya da yoktur. Fakat burada kemâl-i teessüf ile ifade edeyim ki, bazı İslam dünyası imtihanı kaybetti. İslam dünyasından bazı ülkeler, Kapadokya’daki insanların imanına inanarak kaybettiler; bu imtihanda kaybettiler. Bir gün, olup-biten şeylerin yanlış olduğunu anlayıp, nedâmet duyacak, “Keşke, keşke!” diyecekler; fakat şu anda yaptıkları tahribatın hesabını Allah soracak; “Niye şeytan ve şeytanın avenesine inandınız? Neden bu samimi arkadaşların samimiyetine güvenmediniz, onlara bel bağlamadınız?” diye soracaktır.
Evet, onlar, tamir için gitmişlerdi. Geçen gün bir arkadaş, bir yerden “cebrî bir çıkış” ile çıkmıştı, geldi buraya. Orada başından geçenleri anlattı, beni de ağlattı: “Beni ayırıyorlardı…” dedi. Almışlar kontrol altına… Birkaç yerde olduğu gibi, uçağa gizli bindiriyor, Türkiye’ye gönderiyor, içeriye aldırıyor ve tazyike maruz bırakıyorlar. İnsan kaçırma… “Haramîlik” denir buna. Ali Baba’nın eşkıyası, bunu yapmamıştır. O arkadaşı da kaçırıyorlar, fakat o ülkenin insanlarından, önde gelenlerinden birinin hanımı devreye giriyor, kontrol altına alıyor, sonra başka bir yere uçağa bindirip gönderiyor. Orayı demede bir beis görmüyorum: Dubai’ye gönderiliyor. Dubai’den de buraya geliyor: “Kurtulmama vesile olan şahıs bana dedi ki ayrılırken: ‘Ayrılın buradan! Yoksa sizi yine kaçırırlar!’ Çok ağladım, ‘Ne olur, hizmet ettiğim bu yerden beni ayırmayın!’ diye, ‘Burada hep kalmak istiyorum!’ dedim. Ama dediler ki, ‘Güven veremiyoruz size; bu adamlar, yine aynı kötülüğü yapar!’ -Endonezya’da olduğu gibi, Pakistan’da olduğu gibi, Fas’ta, Tunus’ta, Cezayir’de olduğu gibi.- ‘Tutar, eşkıyaya teslim ederler sizi! Eşkıyanın da ne yapacağı belli değil!..’ dediler.”
Çünkü zindanlarda ölen insanların sayısı belli değil. İşkenceden aklını kaybedenlerin sayısı belli değil. “Konuşturalım!” diye uyuşturucu verildiğinden, aklını kaybeden insanların sayısı belli değil. Kaçırılıp dağlarda işkenceye tabi tutulup sonra ormanın içine atılan insanların sayısı belli değil!.. Kendi ülkesine dâussıla duygusu ile burnunun kemikleri sızlaya sızlaya giden insanların başına bunlar geliyorsa…
Samimi duygular, samimi hisler, diyorlar ki: “Vallahi ne kadar dikkat etsek, sizi burada koruyamayız! En iyisi siz de ayrılın gidin!” Arkadaşımız, “Beni hizmet yerimden ayırmamaları için hıçkıra hıçkıra ağladım!” derken, yine benim yanımda da ağladı burada. Tabii her gün böyle bir şey gelince… Kıtmîr de çok hassas!.. Hani yanında toptan-tüfekten bahsedilince büzüşen çiçekler var ya!.. İşte onlar gibi, kalbimin birden bire ritmi değişiyor. Dün de öyle ritmi değişti, kendimi odama kapadım, “Sana inziva gerek!” dedim.
Bir yanda, İslam dünyasından çokları zulme göz yumup ortak olurken, diğer tarafta insanlığını ortaya koyan ve “cebrî hicret” muhacirlerine kol kanat açan kimseler var; insanca davrananların civanmertlikleri katiyen boşa gitmeyecektir!..
Şimdi de “cebrî hicret” zamanı. Belli bir dönemde gidilmeyen yerlere, arkadaşlarımız hicret ettiler. Mazlumiyet, mağduriyet, hal ve temsil dili ile… Öyle bir lisan ki, bütün dünya duydu; çoğunuzu ismiyle, resmiyle, konumuyla ezberledi. Ve ciddî bir güven duygusu ile, istintak zeminlerine aldı, “Yahu konuşun Allah aşkına; başınıza gelen nedir?!” falan dediler. “Size ne yapabiliriz?” O mahrumiyeti, mağduriyeti görünce, ceplerinden çıkardı, evlerinin anahtarlarını verdiler. Verecekleri anahtar yok ise, “Siz bir yerde bir ev tutun, kirasını biz veririz!” dediler. Bunu Almanya da yaptı, Kanada da yaptı, kısmen Fransa da yaptı, Amerika da yaptı, yaptı; değişik yerler yaptılar. İslam dünyası ise yattı, büyük çoğunluğu itibarıyla, bu mevzuda. “Yapan”ın yanında “yatmak” ne kadar ayıptır!..
Biri yapıyor. O birinde sizin inandığınız çerçevede inanılması gerekli olan şeylere inanma yok; fakat “mü’min sıfatı” var. Allah, sizin şekillerinize, kimliğinize -“Türk”üm! “Kürd”üm! “Arnavut”um! “Boşnak”ım! “Laz”ım! “Gürcü”yüm! Bilmem neyim!.. demenize- değil, kalbinize bakar, oradaki insanlığınıza bakar, inancınıza bakar. Hazreti Pîr diyor ki: “Her mü’minin her sıfatı mü’min olmadığı gibi, her falanın da her sıfatı kâfir değildir!” Mü’min sıfatı… Ve bir fetret dönemi olması itibarıyla, Müslümanlığı hakkıyla temsil eden, hal dili ile anlatan insanların olmadığı, kâmil mü’min kahtının (kıtlığının) yaşandığı bir dönemde, öbür âlemde Allah’ın onlara nasıl muamele yapacağını, bugün söylemek, zordur; bağışlayın, atmasyon olur, belli değil.
Ebu Tâlib, dememişti. Ama İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) hep göğsünü germiş, O’nu korumuş, kalkan gibi olmuştu. Hazreti Pîr’in ifadesine göre, “… Makbul bir iman getirmemesi üzerine Cehennem’e gitse de, yine Cehennem içinde bir nevi hususî Cennet’i, onun hasenatına mükâfaten halk edebilir. Kışta bazı yerde baharı halk ettiği ve zindanda -uyku vasıtasıyla- bazı adamlara zindanı saraya çevirdiği gibi, hususî Cehennem’i, hususî bir nevi Cennet’e çevirebilir.” demediğinden, koyar bir yere, öyle demeyenlerin yerine koyar; fakat orada ona bir Cennet hayatı yaşatır!..
Hani Kıtmîr’in düşüncesi, Hazreti Ebu Bekir’in düşüncesidir: Mekke fethini müteakip babası Ebu Kuhâfe’nin elinden tutup Efendimiz’e getirdiğinde ağladı hıçkıra hıçkıra. “Niye ağlıyorsun?” sorusu karsısında dedi ki: “Babamın yerine, Ebu Tâlib’in getirilmesini ne kadar arzu ederdim?!.” Sultanım! Bir o kadar da benden al! Benim Efendim’e sahip çıkan, geçtiği yoldan bir dikeni kaldırıp atan kimseye bile canım feda olsun!..
Evet, birileri böyle, bağırlarını açıyor, size sahip çıkıyor, “Aman gelin!” diyor. Hatta şimdilerde diyorlar ki: “Konumunuz itibarıyla, şurada çalışabilirsiniz. Hukuk eğitimi mi gördünüz? Şu süreçten geçtikten sonra, burada siz, uzmanı olduğunuz o alanda vazifenizi yapabilirsiniz! İş mi yapıyorsunuz, biri ile şurada başbaşa verince, şu işi yapabilirsiniz!” Böyle demek suretiyle… Mekke’de, mü’minlerin kaybettiklerine mukabil, Medine’deki Müslümanların, sinelerini açıp, bağ ve bahçelerine onları ortak yapmaları gibi, her yer, bir “muhâcer” yeri oldu ve giden muhacirler, orada âdeta bir Ensar muamelesi gördü. Bağırlarını açtılar. Kafaları karıştırılanların dışında herkes, bağrını açtı, onlara “Hoş geldiniz, safâ geldiniz!” dedi, hoş-âmedîde bulundu.
Bunlar, boşa gitmez. Başkaları ne iddiada bulunursa bulunsun; “Müslümanlık!” desin, ara sıra abdestli-abdestsiz camiye gitsin, Müslümanlığa ait değerleri -esas- dünyevî ve siyasî saltanatı için birer “argüman” olarak kullansın. Bunlar, yalancılık vadilerinde akan kirli mâîler gibi akıp gidecek; fakat insanca davranan kimseler, insanlıklarının mükâfatını mutlaka öbür âlemde göreceklerdir.
Bu dönemde dünya sizi duydu; bir tanıma, bir saygı, bir merak ve aynı zamanda bir kafa karışıklığı var; şimdi size özellikle hal ve temsil diliyle hakikatleri anlatmak düşüyor.
“Cebrî hicret”in karşılığında da madem dünya sizi duydu, tanıdı… Mesela, bir Kıtmîr ile tanışıklık… Hesap edin!.. Ha, bunu söylemeden hicap duyuyorum, nefsim adına da söylemiyorum. Bütün meziyetim ne, biliyor musunuz? Sizin gibi nurefşân bir cemaatin içinde bulunmak. Ulûfe-i şahaneleri oluyor ya hani padişahların, burada… Mahşerde kendimi sizin saflarınızın arkasında hissediyorum. Size Cenâb-ı Hak diyor ki: “Haydi, hepiniz girebilirsiniz, köprüyü geçtiniz!” Ben de geliyorum; geçerken orada, bana bir de tokat aşk ediliyor, “Yaramaz, sen de geç!” deniyor. Kendime hep öyle baktım.
Şimdi birileri sizi “terörist” (!) ilan ediyor. Ben, hayatımda bilerek -yemin ederim- bir karıncaya basmadım, yemin ederim!.. Bir arının ölümü karşısında yarım saat ağladığımı yakın arkadaşlarım bilirler. Öldü; bal peteği üzerine koydum, yemiyor; su döktüm, baktım yine yemiyor. Oturdum bir kenarda, hıçkıra hıçkıra ağladım. Bir canlı; tabiatın bir parçası; ekosistem adına çok önemlidir. Hıçkıra hıçkıra ağladım. Ruhum, bu!.. Hiç birinizi bu duygunun, bu düşüncenin dışında göremem. Belki bana dersiniz ki, “Sizin yaptığınız o şeyler çok küçük şeyler; biz daha âlâsını yapıyoruz bu meselenin, Allah’ın izniyle!” Ama bu ruhu, bu anlayışı, bu düşünceyi taşıyan insanlara “terörist” (!) diyorlar. Fakat Almanya’ya giden, Amerika’ya ilticaya eden, Kanada’ya giden insanlar, gelip Kıtmîr’in yanında duruyorlar, fotoğraf çektiriyorlar. “Referans” diyorlar; “Demek ki sen de bu cemaat, bu hareket içindeymişsin!” falan… Belki bazı yerlerde imtihan ediyorlar: “Son sohbetlerinde Kıtmîr ne konuşmuştu, ne demişti?” O konuşmayı söyleyene “Sen geç, bitti senin işin!” diyorlar. Birileri, yerin dibine batırırken, başka birileri, başlarına taç yapıyor. Bunlar, boşa gitmeyecektir.
Şimdi böyle bir tanıma var, bir saygı duyma var ve çok ciddî bir merak var. Ve aynı zamanda bir kafa karışıklığı da var. Her insanda şöyle-böyle bir paranoya duygusu vardır. Ama şimdi reklam ile yapılması imkânsız olan böyle bir duyurma da söz konusu. Trilyon verseydiniz, reklam ile kendinizi bu ölçüde duyuramazdınız. Penguenlere kadar herkes duymuştur bunu; bağışlayın, boz ayılara kadar hepsi duymuştur bunu. Şimdi onlar merak ile sizin üzerinize eğildiğine göre, size, sizin değerlerinizi hâl ve temsil diliyle anlatmak kalıyor. Böyle bir fırsat!.. Öyle bir fırsat ki, Allah’ın fırsatı… “Bir insanın hidayetine vesile olma,” imana doğru ona bir “adım” attırma, “yığın yığın koyunlardan, koyun sürülerinden daha hayırlıdır.” Bu, sıhhatli hadis; zayıf hadiste, “…üzerine güneşin doğup-battığı her şeyden hayırlıdır.”
İslam’a doğru bir adım attırmak… Biri, dörtte dörtlük olur, tam sizin gibi. Çok, sayıları… Misyonerlik yapmıyorsunuz; hâlinizi, temsilinizi ortaya koyunca, “Yahu ne güzel şeymiş, niye biz şimdiye kadar bunu duymadık? Neden buna karşı alakasız kaldık?!.” falan diyorlar. Bazıları da diyorlar ki -mesela- “Yahu bunu da bizimkinin yanında kabul edelim!” İsevî ve aynı zamanda Müslüman!.. Böyle diyen, çok; Fakir de değişik kimselere -bu mevzuda- rastladım. Hazreti Pîr de buna işaret ediyor. Bu da ikinci bir adım, ikinci derecede bir adım oluyor. Birileri de sizin o güzel hal ve temsillerinize bakarak diyorlar ki: “Dünya sulhu-salâhı adına bir şey olacaksa, bu insanlar ile omuz omuza vermek suretiyle bu büyük proje gerçekleştirilebilir!” Bu da bir kazanım. Birileri ise diyorlar ki, dördüncü derecede, belki en uzak olanlar: “Vallahi, tepelerine balyoz ile vursanız, problem olacağa benzemiyorlar bunlar! Dolayısıyla cihanın sulhu-salâhı adına, bunlara ihtiyaç var!” Ve bütün bunlar, nezd-i Ulûhiyette kıymet ifade eden, Allah’a doğru yaklaşma adına çok önemli faktörlerdir.
Takibe uğrayan, hapse atılan, hicrete zorlanan ve gurbet içinde gurbetlere maruz bırakılan Hak erleri ağaçlardan ders almış gibi davranıyorlar; şiddetli fırtınalar karşısında devrilmemek için, din ü takvada daha bir derinleşiyorlar.
Şimdi, “cebrî hicret”i bu istikamette değerlendirme çok önemlidir, Allah’ın izni ve inayetiyle. Allah, sizi duyurdu; “hareket” diye duyurdu, “cemaat” diye duyurdu. Sizin o mevzuda da bir iddianız yoktu. Kıtmîr, bu meseleyi ifade ederken, Hazreti Muhâsibî’nin ifadesiyle anlattım. Hazret, Allah ile irtibatı açısından “fenâ-fillah, bekâ-billah/maallah/anillah” ufkunun âbide kahramanlarındandır. Muhasebe mevzuundaki değerlendirmeleri hakkında günümüzdeki teologlar, “Okutulmasın! İnsanın Müslümanlık adına ümidini baltalıyor!” diyorlar. Öyle derindir; aklından geçen şeyleri bile günah sayıyor. O, “Kur’ânî makuliyet” tabirini koyuyor ortaya. Kur’ânî makuliyet… Hareket, hiç kimsenin babasının malı değil. Ben “Bu işte, üç tane insan, benim dediğim ile oldu!” falan diyemem. Fakat Allah’ın lütfedip ortaya attığı bu Hizmet felsefesi, Hizmet düşüncesi, meselenin makuliyeti, Kur’ânî makuliyet, İslamî makuliyet; işte onun etrafında bir araya gelen insanlar… Hareket, bu; cemaat de bu!
Hiç kimse bir cemaat olma iddiasında değildi. “Bu hareketin adamlarıyız!” Böyle bir aidiyet mülahazasına da girmemişlerdi. Çünkü onlar biliyorlar ki, aidiyet mülahazası içine girmek, enâniyet-i şahsiyeyi tetikleyen, büyüten, abartan bir faktördür. Benlikten uzak durmanın yollarından bir tanesi de, bir yere, bir güce, bir kuvvete dayanmamadır. Esasen, biz, sadece Allah’a dayanmışızdır. “Cennet malzemelerinden, silahlarından, gücünden, kuvvetinden bir güç, bir kuvvettir: Lâ havle ve-lâ kuvvete illâ billah!” “Allah’ım!.. Ey Erhamürrâhimîn, ey İzzet ve Celâl Sahibi Rabbim. Bizi havl ve kuvvetinle destekleyip te’yîd buyur.” Böyle bir duygu etrafında bir araya gelmiş insanlar, meselenin makuliyetine binaen. Hiç kimseye sormamışlar, hiç kimse ortaya bir şey koymamış; “Bir yerde de ben bir okul yapayım!” demiş, gitmiş, okul yapmış; “Öğretmeniniz var mı? Verin buraya!” demişler.
Fakat şimdi bunlar, bir yönüyle, birilerine muhalif bir cephe gibi adım adım takibe tabi tutulmuş; yakalandıkları yerlerde derdest ediliyor, çilehanelere atılıyorlar. Bununla beraber, Cenâb-ı Hakk’ın âfât, mesâib ve belâları karşısında, ağaçlardan ders almış gibi davranıyorlar. Büyük bir zatın ifadesi: “Eğer Allah’ın gazabından korkuyorsan, emirlerine sımsıkı sarıl! Ağaçlar, değişik fırtınalar karşısında devrilmemek için, yerin derinliklerine doğru sürekli kök salar dururlar!” diyor. Allah’ın azabından, belâ ve musibetinden korkuyorsan, şeriatın, dinin emirlerine sımsıkı sarıl; Allah’a tevekkül, teslim, tefviz ve sikada bulun! Ağaç, şiddetli fırtınalar karşısında, devrilmemek için, yerin derinliklerine doğru kök salar. Onlar da imanın derinliklerine öyle kök salmışlar ki, Allah’ın izni ve inayetiyle, “Allah’a binlerce hamd u senâ olsun!” mesajını gönderiyorlar: “Teheccüd namazını kılamıyorduk, kılıyoruz elhamdülillah! Beş günde bir hatim yapıyoruz. Namazlarımızı hep cemaat ile kılıyoruz. Tesbihât’ta kusur yapmıyoruz. Elimizden geldiğince bize ulaşıyorsa şayet, müzakereli şeyler yapıyoruz!..” diyorlar. Çok sağlam bir moral ile dimdik duruyorlar, Allah’ın izni ve inayetiyle.
Burada bunu da antrparantez ifade edeyim: Cenâb-ı Hakk’ın size ve onlara o ekstradan lütfu olmasaydı, “Gözlerin görmediği kulakların duymadığı ve insan aklının almayacağı bir şekilde” ihsanları olmasaydı, böyle sabit-kadem durulamazdı. Öbür tarafta hazırladığı şeyler adına, Kudsî Hadis ifade ediyor bunu; buradaki eltâf-ı Sübhâniye adına da denebilir: Gözün görmediği, kulağın işitmediği ve hiçbir kimsenin, -Jules Verne gibi tasavvur ve tahayyülü çok geniş insanların bile- aklına gelmeyen şeyleri, Allah, lütfediyor, adeta hayranlıktan bayıltıyor sizi.
Allah (celle celâluhu), onlara öyle bir moral veriyor ki orada; orayı Medrese-i Yûsufiye görüyorlar. Zâlimin işini kolaylaştırmak, zulümdür! Elden geldiğince onların kafasını karıştıracak şeyler yapmak lazım. Zaten kafaları karışıktır, gayr-ı meşru yollar ile elde ettikleri şeyleri “kaybedeceğiz” diye o işin korkulu rüyalarını görüyor ve paranoyaları ile o meseleyi genişlettikçe genişletiyor, kabir azabını çekiyor gibi çekiyorlardır. Kabre inançları var mı, yok mu; onu bilemem. Abdestsiz, camiye gidebilirler; fakat kabre, kabrin ötesine inanma, ayrı bir meseledir.
Bugün kabre koyduğunuz insan -bana öyle fısıldadılar- vefat ederken, “Çantama bakın, bir şey varsa, şurada kullanın!” demiş. İşte bu, sizin ruh dünyanıza ait şeylerin soluklarıdır. Zannediyorum, hanginizin gönlüne -bir yönüyle- bir dedektör ile girilse, aynı ses, aynı soluk alınacaktır, aynı şeyler dinlenecektir, Allah’ın izni ve inayetiyle.
Evet, işi uzattım ve kendime göre bazı şeyler mırıldandım; kusura bakmayın, beni affedin!.. Allah, sizi burada uzun ömür ile serfirâz kılsın! Hizmet-i İmaniye ve Kur’âniyede dâim kılsın! Nâm-ı Celîl-i Muhammedî’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) dünyanın dört bir yanında şehbal açması istikametinde istihdam etsin, inşaallah. Ve iman ile öbür tarafa göçmeye muvaffak eylesin. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın Livâu’l-hamd’i altında, beşâşet içinde, bişâret içinde orada Cenâb-ı Hakk’ın çok farklı eltâfını bekleme şerefiyle şereflendirsin. Vesselam.
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.