[Fikret Kaplan] İstikamet Şehidi Asım Bey ve Masum Cenazeler

Bediüzzaman’ın talebeleri üzerinde bir meseleyle uğraşırken yine sabah sabah Samanyolu Haber’den hüzün dolu bir haber düşüyor yüreğime…

FİKRET KAPLAN- SAMANYOLUHABER.COM 

Bediüzzaman’ın talebeleri üzerinde bir meseleyle uğraşırken yine sabah sabah Samanyolu Haber’den hüzün dolu bir haber düşüyor yüreğime… 
Üç yıl önce eşini ve iki evladını Ege Denizi’nde kaybeden Gülfem Yeni, Çanakkale’de Hizmet Hareketi'ne yönelik operasyonda gözaltına alınmış. Acısı hala taze olan bu masum hanımefendiye: “Eşin, çoluk çocuğun nerede” diye soruluyor. 
Yarım bıraktığım yazı da Bediüzzaman’ın ‘İstikamet Şehidi’ dediği Binbaşı Asım Bey’le ilgili… Mehmet Akif’in Sultan II. Aldülhamid Han hakkında yazdığı şiirden bir dörtlüğü tam da bu acılı hikaye için yeniden şerh etmeye çalışıyorum... Ama okuduğum haberle çeviriyorum yazımın rotasını yine bu hüzünlü hikayeye… 

Sözde Üstad Bediüzzaman’ın arkasında olduğunu vurgulayan insanların zulüm diye anlatıp durdukları Asım Bey’in hikayesini aslı haliyle sunmak istiyorum bir kere daha idraklerine… Bugün onların bir türlü görmek istemedikleri musalla taşlarındaki o yüzlerce…binlerce Asım Beylerin cenazelerini insaflarına göstermek istiyorum… 

İşte yine o günlerdeyiz… Çaresiz, yalnız kalan Binbaşı Asım Bey’in eşi Nigar Hanım’ın yanındayız… 
Kendisine söz vermiş Nigar Hanım, ne olursa olsun ağlamayacak… Bir yalnızlık anına denk getirinceye kadar alev halinde gömecek duygularını göğüs kafesine… 

Fakat kader ona öyle bir vazife biçmiş ki şimdi bu mümkün değildi… mecburen görecekti eşinin yüzünü… Sırf iyilik yapma düşüncesinden dolayı sonsuza kanat çırpan o güzel insanın simasını… O tertemiz alındaki masumiyeti görünce hislerine hakim olamayacaktı…  

Dünyayı elinin tersiyle iterek, zindana, işkenceye, mağduriyete ve en sonunda bu yolda Hakk’a yürümeye rıza göstermişti eşi Binbaşı Asım Bey… yeter ki Üstad’ına, dava arkadaşlarına… ve onların o güzel sevdalarına bir zarar gelmesin…Seve seve tercih etmişti ölümü, sonsuz ahiret yurdunu…

Dünyanın kendisine armağan ettiği bütün güzellikleri, göğsüne taktığı bütün nişanları, kırk yıllık madalyaları çok rahatlıkla elinin tersiyle bir kenara itmişti:
“Kardeşlerime ve sevdama zarar vereceksem, bunların hiçbirinin gözümde bir kıymet yok” demişti o hasbi insan.  

Beden kafesinden çıkıp gitmişti çoktan ruhu… fakat garipliğiyle, yalnızlığıyla ve kimsesizliğiyle sedyede bıraktığı cansız bedeni duruyordu mahzende… Ortada kalmıştı cenazesi… Kimse cenazeyi almıyor, yıkamıyor ve kefenlemiyordu. 
Hüzün üstüne hüzün yaşıyordu Nigar Hanım. Üzüldüğünü kendisine bile belli etmemeye çalışıyordu; ama kolu kanadı kırılmış birisi olarak buna muvaffak olmakta zorlanıyordu.
Buz gibi soğuk, rutubetli mahzene inince içi parçalandı. Sadece ikisi vardı orda. Eşi sedye üzerinde rastgele atılmış bir örtü altında cansız yatıyordu. Bu manzarayı görünce, bacaklarında fer kalmadı… çöktü kapının dibine. Dakikalarca sessizce ağladı, kıyamadı eşinin o güzel yüzüne bakmaya. İçteki hüznü daha da büyüdü, şiddetlendi. 

Haydi hanım, al eşini git! Başımıza iç açma! 

Emniyetin ve jandarmanın sıkı tedbirlerle abluka altına aldığı şehirde Nigar Hanım’ın omuzlarına ağır bir sorumluluk yüklenmişti. Yalnızdı, yapayalnız… Isparta çevresindeki bütün Nur Talebeleri hapisteydi. Hükümetin zulmünden korkan ya da o masum insanı ‘hain’ diye gören talihsiz insanlar… cami hocaları cenazeyi kaldırmaya yanaşmıyorlardı.
Binbaşı Asım Bey, Risale-i Nur’un ilk talebelerindendi...  
Bediüzzaman Hazretleri Van’dan alınıp İstanbul üzerinden Burdur’a sürgün olarak getirildiğinde Asım Bey, Burdur’da binbaşıydı. 
Üstadı, Burdur’da daha ilk görüşte onun masum olduğuna kanaat getirmişti. İddiaların aksine Üstad’ın ülkenin bekası için çalıştığına inanmıştı.
Daha sonra, Üstad Burdur’dan Barla’ya sürgüne edilse bile artık onu bırakmayacaktı. Ballar balını bulmuştu:
“Otuz dört sene olan askerlik hayatımda insan olmanın gereği, az-çok masiyet, fırtına ve dalgalara tutulmuş, ahirete ait dini vazife ve ibadetler cihetiyle pek çok eksik kalmış ve gaflet perdesine bürünerek hayatımı geçirmiş olduğumu şimdi anlıyorum ve kusurlu geçmiş zamanlarıma pişman ve nadim olup evvelki güldüklerime şimdi ağlıyorum. Bu da siz Üstadıma ve Risalelerinize kavuşmakla hasıl olmuştur ki, yüzbinlerce şükür Cenab-ı Hak sizi bu fakire ihsan buyurdu.” (Barla Lahikası)
Zaman karanlık ve insanı yutacak bir devir olsa da Üstad ile irtibatını devamlı mektuplaşmalarla sürdürecekti Binbaşı Asım Bey. 
Üstad’dan kendisine risale geldikçe okuyor, güzel yazısı ile o da yazıyor ve risale hakkında hissettiklerini heyecanla kâğıda döküyordu. Yirmi Dokuzuncu Mektup’da yer alan Telvihat-ı Tis’a hakkında yazdığı mektup bu hislerini gözler önüne seriyordu:

“Sevgili Üstadım, ne diyeyim, müştakı olduğum bu risale-i şerife, bu sözler, bu hakikat, bu nur, bu fakire lütuf ve kerem-i İlâhî olarak ihsan buyuruldu. Haza min fadli Rabbî.
“Cenâb-ı Kadîr-i Mutlak Hazretlerine hadsiz ve hesapsız hamd ü senâ ediyorum ki, siz Üstadıma kavuştum ve binnetice bu nurları, bu hakikatleri gördüm, okudum, yazdım ve onlara boyun eğdim… Ya Üstad-ı Âzam, Muhammedi yolu (sav) maksat, gaye ve esasını, teferruat ve füruatını zikir ve beyan eden bu Dokuzuncu Kısım, bir nur yolu ve hakikattir. Okumaya doyulmaz; okudukça hâsıl olan şevk ve lezzet hesaba gelmez. Hele Dokuzuncu Telvih, hülâsa ve icmal edilerek bütün hakikatler toplanmış. Temsilde hata olmasın, Hazret-i Mevlânâ’nın üfürdüğü neyden tuğyan ve feyezan eden, Hazret-i Ali’nin kuyuya söylediği hakikat sırlarından başka nedir? Farkı nerededir ki, o ney, o kuyuda hâsıl olan kamıştandır.
“Cenâb-ı Lemyezel Hazretleri siz Üstadımı, bu ve bunun emsâli yüksek değerdeki eserlerin telifinde, nurların ve hakikatlerin neşrinde ve rehberliğinde çok zamanlar daim ve kaim buyursun. Ve siz Üstadımı, sizi sevenleri ve onu duyurmada bulunduğunuz nidalarınızı işitmek ve dinlemek, okuyup yazmak, mucibince hareket ve amel etmek heves ve iştiyakında bulunan kardeşlerimin başından eksik buyurmasın. Âmin, bihürmeti seyyide’l-Murselîn. Âsım.” (Barla Lâhikası)
Asım Bey’in Üstad’la yakın irtibat halinde olduğu o günlerde, Barla Lâhikası’nda da ifade edildiği gibi, Nigar Hanım şiddetli bir şekilde hastalanmıştı. Hastalığın bir türlü devası bulunamayınca, şifa dualarını almak için, Asım Bey eşi Nigar Hanımı alıp Barla’ya, Bediüzzaman’ın yanına götürdü. Üstad kabul edip, Nigâr Hanıma dua etti ve Nigar Hanım daha sonra şifa buldu.

1934 ve 1935 yıllarına gelindiğinde ülkede çok sıkı bir cadı avı başlatılmıştı. Emniyet ve jandarma çok sert baskılar uyguluyor, Bediüzzaman ve talebelerini aralıksız takip ediyordu. 
İşte o günlerden birinde, Binbaşı Asım Bey her türlü tedbire riayet ederek evinde birkaç kişi ile buluşup Risale-i Nur’ları okuyordu. Suç sayılacak hiçbir şey yapmıyorlardı. Fakat, ihbar ya da takip üzerine bir komiserle polisler eve baskına gelmişlerdi. Asım Bey komisere hanımının müsait olmadığını ifade ederek, beş dakika sonra girmelerini rica etti. Bu sırada misafir zatlar kitaplarla birlikte arka kapıdan çıkıp gittiler. 
Ardından polisler eve girip her tarafı darmadağan ettiler… Ve arama sırasında Risaleler’den bazı parçaları buldular. Keyiflerine diyecek yoktu. Binbaşı Asım Beyi tutuklayarak Isparta’ya götürmek onlar için büyük bir başarıydı.
Isparta’da sorgulamalar, baskılar uzayıp gidiyordu… 

Binbaşı Asım Bey, işte 1935 yılının Nisan ayında Isparta’da yapılan bu ağır sorgulamalar sırasında: 
‘Eğer doğru söylesem Üstadıma zarar gelecek, eğer yalan söylesem ahlâkıma ve terbiyeme uygun düşmeyecek!’ diye düşünerek hakimin karşısında “Ya Rab! Canımı al!” dedi ve o anda vefat etti.
Zalimin zulmünü kolaylaştırmak da bir yönüyle zulümdü... Haksızlık yapan insanın masumlara karşı yapacağı haksızlığı kolaylıkla yapmasına fırsat vermemek büyük bir yiğitlikti… Zalimin eline suçsuz insanların geçmemesi mevzuunda gösterilecek her gayretin, bambaşka bir ibadet olduğunu biliyordu o güzel insan. 

Bediüzzaman da bu yiğitliği, bir mektubunda şöyle ifade edecekti:
“Binbaşı Merhum Asım Bey sorguya çekildi; eğer doğru dese Üstadına zarar gelir ve eğer yalan dese kırk senelik namuslu ve istikamet üzere olan askerliğinin haysiyetine çok ağır gelir diye düşünüp, ‘Ya Rab, canımı al!’ diyerek on dakikada teslim-i ruh eyledi; istikamet şehidi oldu. Ve dünyada hiçbir kanunun hata diyemeyeceği bir muavenet-i hayriyeye ve bir tasdike hata tevehhüm edenlerin çirkin hatalarına kurban oldu. Evet, Risale-i Nur’dan tam ders alan, bir su içer gibi, kolayca terhis tezkeresi telakki ettiği ecel şerbetini içer. Eğer benden sonra dünyada kalan kardeşlerimin elemlerini düşünmeseydim, ben de alicenap kardeşim Asım Bey gibi ‘Ya Rab! Canımı da al’ diyecektim. Her ne ise…” (Tarihçe-i Hayat)
İşte bu istikamet şehidinin cenazesini yıkayacak adam çıkmıyordu. Kalbi hüzünlense, gözleri yaşlarla dolsa da Nigar Hanım, eşinin güzel bir yolda ruhunu Rahman’a teslim etmesinden dolayı memnundu.  Zilletle yaşamaktansa izzetle ölmeyi tercih etmişti Binbaşı Asım Bey…  Tertemiz duygular ve halis bir niyet ile yürümüştü Allah’a…


Kimse cenazeyi kaldırmayınca Nigar Hanım, tek başına metanet ve vakarla eşinin naaşını güzelce yıkayıp itina ile kefenledi. 
Fakat, cenaze namazını kim kıldıracaktı? Nigar Hanım’ın ricaları üzerine cenaze namazını Re’fet Beyin çok yaşlı olan kayınpederi Hacı Mülâzım Efendi’nın kıldırmasına müsaade ettiler. Ve yaşlı adamı getirip götüren yedi sekiz kişinin kıldığı cenaze namazından sonra Isparta’daki Alaeddin Mezarlığına defnedildi Binbaşı Asım Bey… 
Ve şimdi öyle bir dönemde yaşıyoruz ki Asımlar ülkenin pek çok yerinde yeniden İstikamet Şehitliğine yürüyor…  İsimleri farklı ama gariplikleri, yalnızlıkları ve kimsesizlikleri öncesine göre çok daha şiddetli… Bu sefer Asımların yanında küçücük evladları da yatıyor o sedyelerde…  

Onları alacak, yıkayacak ve kefenleyecek Nigar Hanımlar da yok bu sefer… Çünkü onlara eş ya da anne olmak da suç bu devirde…
Yıkanmalarına, kefenlemelerine izin verilmiyor… yaşlı bir baba İstanbul’a defnedilmesine izin verilmeyen evladını kendi imkanıyla alıp köyüne götürüyor; ama orada da camiiye sokulmasına izin verilmiyor… ‘Mezarlıkta hainlerin yeri yok!’ deniliyor. Bu çaresizliği karşısında bir mahalleli kılıyor birkaç kişiyle ancak… 

Bir baba zulümden kaçarken iki evladıyla boğuluyor denizde… Geride sağ kalan eşi ise hemen tutuklanıp sorgulanıyor… Ve yine sedyede kimsesiz kalan üç masum beden… O iki bebek dahi ‘terörist’ denilerek hiçbir cenaze merasimi yapılmıyor, yapılmasına izin verilmiyor…  

Nasıl anlatayım, daha hangi sayfayı çevireyim de bu zulmü anlatayım bilmem ki? 
İnsan hakları maskesi altında bu zulme sessiz kalanların sağır kulakları çınlasın!.. Ve bu vicdansız gaddarları alkışlayıp masum insanlara musallat eden o insafsız zalimlerin görmeyen gözlerine sokulsun!.. 

24 Mayıs 2021 17:15
DİĞER HABERLER