Filmin sonunu merak ediyoruz ve bekliyoruz....

Yeni Asya Gazetesi 175 gündür cezaevinde bulunan bir mağdurun mektubunu yayınladı.
175 gündür cezaevinde kalan bir tutuklunun ağzından cezaevinde son zamanlarda yaşanan manzara. Anlatılanlar çok farklı.

Selâmların en güzeli üzerinize olsun!

Uzun zamandır bir film izliyorum. 175 gündür de oyuncusuyum bu filmin aynı zamanda. Sürprizlerle, akıl almaz olaylarla dolu; ne zaman, neyle karşılaşacağını bilmiyorsun. Bu nedenle de sürükleyici. Konusu ne mi? Oyuncuları kim öyle mi? Peki sonunda ne mi oluyor? İşin o kısmını inanın ben de bilmiyorum. Ama filmi anlatmaya başlıyorum, sıkı durun!

“Silâhlı terör örgütüne” üye olmakla suçlanan bir tutuklu olarak getirildim D Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumuna. Bir öğretmen, mesleğine âşık, insanları seven, değil insana en küçük bir canlıya bile zarar verilmesine karşı çıkan, devletin kalemini, kâğıdını, tebeşirini… v.s kendi işleri için kullanmaktan kaçınan; mesai kavramı olmayan; öğretmenliğin okul dışında da bitmeyeceğini savunan; vatanı, onuru ve değerleri için yaşayan bir öğretmen…

Yoo hemen şaşırmayın kimler yok ki aynı suçlamayla tutuklanan: Profesörler, hâkim–savcılar, doktor-hemşire, öğretmen-öğrenci, esnaf-iş adamı… vs.

6 dolaplı 18 yataklı odaya 14. Kişi olarak geldim. Emniyette bir görevli “cezaevlerinin kültür seviyesi epey arttı” demişti. Duyuyorduk bir şeyler, ama görmek hele de yaşamak bambaşka…

Güzel ülkemde çalışan, düşünen, üreten, işinin hakkını veren 100 bin insan görevden ihraç edildi. Ama bu yetmedi anlaşılan şimdi de özgürlükleri ellerinden alınarak birer birer getiriliyor cezaevlerine. 

Yani ülke bu insanlardan temizlenirken (!) cezaevleri de dolup taşıyor. Gerçi cezaevlerindeki görevliler bu kadar tertipli, düzenli, temiz, saygılı, kültürlü insanı bir arada görmenin memnuniyeti içindedirler. 

Odaya girdiğim an nerede olursa olsun bulunduğu yeri gül bahçesine çevirmesine, çevirmesini bilen 13 ayrı değer, 13 ayrı hikâye, 13 ayrı dost sıcaklığıyla karşılaştım. Malûm sıra no: 14.

TV, çaycı, masa-sandalyeler, altına çöp poşeti dikilerek yere serilen seccadeler, tertip, düzen…

İşte bu! Bizim nerede olduğumuzun hiçbir önemi yok. Bu güzel insanlar, gönüllerinin güzelliklerini cezaevlerinde bile sergilemişler ben gördüm, yaşıyor. 

Burada imkânsızlığı, yalnızlığı, kimsesizliği, çaresizliği ve acizliği iliklerine kadar yaşıyor sonra da bu vasıftakilerin TEK SAHİBİ, HAMİSİ, SAVUNUCUSU olan Rabbü’l-Âlemin’e yöneliyorsun.

Gerçi burada bir anlamda “Umre Hayatı” yaşıyor gibiyiz. Dışarıdaki hayat çoğu zaman (!) aklına gelmiyor, insanların. Bu da bir nimet diyor, buna da şükrediyoruz. Ama yine de sevildiğini, düşünüldüğünü bilmek istiyor insan bu Allah’a açık, dünyaya kapalı mekânda.

Sağolsun birileri tarafından düşünüldüğümüzü de yine 24 saat aynı mekânı paylaştığımız kaderdaşlarımız gösterdi bizlere. “Oda”da 9 öğretmen olarak “24 Kasım Öğretmenler Günü” yaklaştıkça birbirimize hissettirmemeye çalıştığımız bir hüzün yaşıyorduk. Mesleğine-öğrencilerine âşık insanlar için akıl almaz bir suçlamayla bir Öğretmenler Gününü “MAPUSTA” geçirecek olmak çok yaralayıcı, kalbi parçalayacak kederi büyük bir üzüntü olacaktı.

24 Kasım akşamı çay içmek için hep birlikte oturduğumuzda sürpriz program başlayıverdi. Ne zaman planlayıp da örgütlendiklerini anlayamadığımız program meğer ne sancılarla doğmuş. Malûm 18 kişilik koğuş ve tek kaçabilecekleri yer 70-80 m2’lik bahçemiz. Bir köşeye çekilip poşetten dikilmiş seccadenin üstünde fısıldaşmalar, gizli gizli mektuplaşmalar, yazışmalar… O kadar çaresiz kalmışlar ki gizlilik konusunda, “Sevgili” kelimesinin “S”sini duyunca kızaran arkadaşlar “Evet, evet sevgilime mektup yazıyorum” diye çaresizce kıvranmaları, bu sırada havanın soğukluğu da cabası…

24 Kasım 2016’daki Öğretmenler Günü programımız öyle şık salonlarda değildi, şık kıyafetlerle dolaşan kimse de yoktu. Ama bizim bir sunucumuz vardı, aynı zamanda projeksiyon-bilgisayar görevi görüyordu. Paha biçilmez “İç Mektuplarımız” ve buradaki en büyük lüksümüz “Ülker Fındıklı Kare” çikolatalarımız… Öğrencilerimiz yoktu, ama onlar kadar neşeli Ali Rıza Binboğa taklidi yapan, bize şarkılar-şiirler söyleyen arkadaşlarımız vardı. Tabi “şaban” tiplemelerini unutmamak gerek. Renkli mektup kâğıtlarına “Utansın” şiirleriyle, peçeteden gülleriyle, kırık dökük duygularla yazılmış peçeteli notlarla tüm tebessüm çabalarına rağmen gözyaşıyla ve hıçkırıklarla geçen bir Öğretmenler Günü… Neredeyse “Mapus”ta olduğumuzu unutturacak, imkânsızlıklar içinde “Ancak bu kadar olur” dedirtecek bir program. Hiç unutmayacağımız, belki en güzeliydi diyeceğimiz, bütün duygu dalgalanmalarıyla hüznünün ve burukluğunun bizi hiç terk etmeyeceği hem esaret içinde hem de en “özgür” Öğretmenler Günümüz!

Bu günler hiç unutulmaz gerçekten. Anlatacak o kadar çok şey biriktiriyoruz ki… Onun için yazıyordum, unutmayalım, unutturmayalım diye. Ama “Yeni Asya” gazetesini alacağımız güne kadar bu hikâyeleri çıkışta paylaşacağımızı düşünüyorduk. Allah Razı olsun gazeteniz bizim için bir “ab-ı hayat” oldu adeta. Özellikle 26 Mart’ta ekinizde çıkan bir yazı bu mektubu yazmamız için bir kamçı oldu.

Yazıyı 70 m2’lik avluda yine altına poşet dikilerek yere serilmiş bir battaniyenin üzerinde gökyüzünü, kuşları izlerken gözyaşlarıyla okuduk. Buradaki günlerimiz için “birbirinin fotokopisi günler” tabirini kullanırken gördük ki şu an ülkemizin 81 ilinde “birbirinin fotokopisi hikâyeler” yaşanmakta…

Teşekkürler Yeni Asya gazetesi. Vefaya, dostluğa hasret kaldığımız bu günlerde bu “dost sıcaklığınız ve vefanızı” ahirette şahitler olarak haykıracağız. 

Ve o günü bekliyoruz. (Filmin Sonunu!)

O günü görmek için ümitle-sabırla-duâyla “Lütfunda hoş, kahrında hoş” diyerek yaşıyoruz. Rabbim bizleri, vatanımızı korusun ve en yakın zamanda sahili selâmete, aydınlığa çıkarsın inşallah…

Allah’ın selâmı, rahmeti, bereketi ve en çok da merhameti üzerinize olsun…
22 Haziran 2017 05:27
DİĞER HABERLER