15 Temmuz Darbe Girişimi sonrasında yürütülen nefret operasyonlarıyla Olağanüstü Hal (OHAL) şartları altında tutuklanarak cezaevine konulan Gazeteci Şahin Alpay, P24'e mektup yazdı
Gazeteci Şahin Alpay, Silivri Cezaevinde mektup yazma izninin verilmesinden sonra kaleme aldığı mektupların sonuncusunu P24 için yazdı. Silivri'ye girdiği günden bu yana ev hapsine alınması sürecine kadar yaşadığı olayları kaleme alan Alpay, "Toplumun önemli bir kesiminin demokrasi mücadelesinin bedelini ödediğimizin bilincinde olduğunu düşündüm..." ifadelerini kullandı.
P24'te yayınlanan Alpay'ın mektubu şöyle;
Silivri'den P24'e yazdığım mektupların "Dünyayı güzellik kurtaracak" başlıklı dokuzuncusu 16 Mart 2018'de yayımlandı. Silivri Kapalı Ceza İnfaz Kurumu'nun "yüksek güvenlikli" 9. Bölümünde geçirdiğim 20 ayın son altı ayı içinde, kısıtlamaların kalkmasıyla gönderebildiğim mektupların, yayın tarihinden birkaç gün önce kaleme alınan bu sonuncusunda, o günlerdeki beden ve ruh sağlığımdan söz ediyordum.
Silivri'den bu son mektupta, Silivri'den (inşallah bir daha dönmemek üzere ) çıkışın ve sonrasında yaklaşık iki ay süreyle kaldığım ev hapsinin hikâyesini kayda geçirmek istiyorum. Zira bu, yayımlamayı umduğum anılarımı kapsayacak kitapların ilki olan Silivri Güncesi’ni sonlandıran mektup olacak.
AYM'nin uzun bir bekleyişten sonra nihayet 11 Ocak 2018'de aldığı, haksız yere tutuklandığıma ve derhal tahliye edilmeme dair kararını 13. ve 14. Ağır Ceza Mahkemeleri AYM tarihinde ilk kez uygulamayı reddetmişlerdi. Bunun üzerine yaptığım ikinci başvuruyu AYM'nin 15 Mart'ta gündeme aldığını avukatım Aynur Yazgan'dan öğrenince, çıkacak kararı, son 5 aydaki koğuş arkadaşlarım Ünal Tanık (Rota Haber genel yayın yönetmeni) ve Yakup Çetin (Zaman adliye muhabiri) dostlarla birlikte büyük bir merak ve heyecanla beklemeye başladık. Gerekçesinin yazılması tamamlanmadığı için kararın açıklanmasının ertesi güne kaldığını öğrendik. Nihayet 16 Mart cuma günü öğle saatlerinde açıklanan kararında AYM, bu defa oybirliğiyle, tutuklanarak uğradığım hak ihlallerinin derhal düzeltilmesini istiyordu. AYM, tarihinde ilk kez, yerel mahkemelerin onun kararlarını yorumlama yetkisi olmadığının da altını çiziyordu.
Bunun üzerine, 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nin bu defa ne yapacağını beklemeye başladık. Saatler geçti, karar çıkmadı. Saat 23 olunca, olumlu veya olumsuz kararın pazartesi gününe kaldığına hükmederek pijamalarımı giydim; uyku apnesi için sürekli kullandığım CPAP (basınçlı hava pompası) cihazını başıma geçirerek uykuya dalmaya hazırlandım. Koğuş arkadaşlarım da yataklarına yatıp bermutad kitap okumaya başladılar.
Derken, geceyarısına birkaç dakika kala çevredeki koğuşlardan bağrışmalar, sevinç çığlıkları yükseldi. Gözlerimi açıp baktığımda koğuş arkadaşlarımın hızla aşağı kata koştuklarını gördüm. Televizyonu açıp da 13. ACM'nin, hem de oybirliğiyle, tahliyeme karar verdiğini öğrenince alkış kıyamet kopardılar. Ben de yataktan çıkıp aşağı kata indim; sarmaş dolaş olduk... Daha bir hafta kadar önce biri 7 buçuk diğeri 6 yıl üç aya mahkûm olan koğuş arkadaşlarımın sevinci görülmeye değerdi.
Az sonra altı infaz memuru, nöbet devrinden önce bana müjdeyi vermek ve veda etmek üzere koğuşa geldiklerinde, ben maalesef bermutad, tuvaletteydim. Onları göremediğime üzüldüm. Ünal ve Yakup'un yardımıyla eşyalarımı üç büyük çöp torbasına doldurduk ve beni koğuştan almalarını beklemeye başladık. Geceyarısına doğru iki infaz memuru gelip cezaevine ait demirbaş eşyaları ve beraberimde götüreceğim torbaları teslim aldılar. Tahliyem için gelmeleri ise 17 Mart cumartesi saat 1:30'u buldu. Bürokratik işlemlerin tamamlanmasından sonra bir cezaevi arabasıyla, artık kelepçesiz olarak, kurumun biraz uzağında beni bekleyen ailemle bir grup ajans muhabirinin bulunduğu yere ulaştığımda saat 2:30 olmuştu. Eşim Fatma, kızım Elvan ve torunum Defne'yle sarmaş dolaş olduk; yakınlarda Londra'ya yerleşen oğlum Acar ve gelinim Gökçe'yle telefonla kucaklaştık. Hiç beklemediğim bir gün ve zamanda onlara kavuşmuştum...
Bu kavuşma sahnesinin fotoğraflarını gören Karin Karakaşlı şöyle yazacaktı: "Sonra elime bir fotoğraf geçti. Şahin Bey ve eşi Fatma Hanım’ın fotoğrafı… Birbirlerine bakıyorlar. Ta içine. Fatma Hanım’ın yüzünde tarifsiz bir tebessüm. Yıllarla sınanmış bir yol arkadaşlığında atlatılmak zorunda kalınan bir badirenin izdüşümü. Ve başka bir şey daha. Fatma Hanım’ın yüzündeki o asalet. Hani artık tedavülden kalkmış olan, handiyse bir manevi değerden ziyade ayak bağı telakki edilen şey. Bir dönem hikâyesi. Eski zaman, farklı mekân bilgisi. Bir terbiye. Hiçbir okulun öğretemeyeceği… Kat çıkıla çıkıla başı arşa değen apartmanların arasında çekilmemiş diş misali kalan, kısmen yıkık evlerin cumbasında hayal gibi bir kadın sureti görülür bazen. Saçı topuzundan dağılmış, gözleri uzaklara bakan. Bu hayatta bu zamanda hükmü yokmuşçasına. Anıları bile dinlenmeyen. Bir de bu fotoğrafı gördüm zihnimde. İhtimal ki türlü erdemler enayilik sayılırken hissettiklerimin etkisiyle."
Sabahın erken saatlerinden beri beni bekleyen muhabir arkadaşlara şunu söyledim: "Cezaevinde 20 ay kolay geçmedi. Aileme kavuştuğum için çok çok mutluyum. Ne var ki özgürlüğe kavuştuğumu söyleyemem. Ne darbeyle, ne de terörizmle ilgisi olan onbinlerce insan hapiste olduğu sürece Türkiye de özgür olamaz..." Tahliye olmuştum, ama başta meslektaşlarım Nazlı Ilıcak, Ahmet ve Mehmet Altan, Ali Bulaç, Ahmet Turan Alkan, Mümtazer Türköne, Mustafa Ünal ve koğuş arkadaşlarım olmak üzere hapiste kalan onbinlerce masumun acısı içimdeydi. AYM'nin aynı gün ikimiz için de hak ihlali kararı vermiş olmasına rağmen, yargılandığı davada mahkûm edildiği için, hüküm kesinleşmediği, daha temyiz süreci olduğu halde tahliye edilmeyen yakın dostum Mehmet Altan'ın üzüntüsü de...
17 Mart saat 4:00'de evime kavuştum. Sabah kalkınca ilk öğrendiğim şeylerden biri tahliyeme, fakat "süresiz" ev hapsine tabi tutulmama karar veren 13. ACM üyelerinden birinin yazdığı "ayrı gerekçe" oldu. Altı sayfa uzunluğundaki "ayrı gerekçe"de ezcümle AYM'nin "yüksek" ama "üst" mahkeme olmadığı savunuluyordu. Yargıçlardan biri tahliye kararına niçin istemeyerek katıldığını böyle açıklıyordu.
Siyasi görüşlerim yüzünden 12 Mart askerî darbesi sonrasında 1974 genel af kanunu çıkana kadar dört yıla yakın bir süre İsveç'te sürgünde yaşamıştım. 12 Eylül 1980 askerî darbesi sonrasında hiçbir gerekçesi olmadığı halde iki haftaya yakın gözaltında tutulmuştum. 20 Temmuz 2016 sivil darbesi sonrasında 20 ay süreyle tutulduğum Silivri cezaevinden, ancak haklarımın ihlal edildiğine, haksız yere tutuklandığıma dair iki AYM, bir de (20 Mart 2018 günü açıklanan) Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararıyla tahliye olabilmiştim. Şimdi de daha önce hiç tatmadığım "ev hapsi"ni yaşayacaktım.
Ev hapsi süresince her akşam bir veya iki polis memuru gelip imzamı aldı. Bu süre içinde evim bir ziyaretgâha dönüştü; telefonlarımız durmadan çaldı. Yurt içinden ve dışından, yerli ve yabancı sayıları yüzleri bulan gazeteci - akademisyen meslektaş ve dostlarım, liseden (kimi İngiliz Erkek Lisesi'nden, kimi Webb School of California'dan, kimi Robert Kolej'den, kimi Mülkiye'den) sınıf arkadaşlarım, yakın - uzak akrabalarım, Ayvalıklı dostlarım, komşularım ve mahalle esnafı ya bizzat ziyaretime gelerek ya da telefonla veya e-postayla geçmiş olsun dileklerini ilettiler. Telefonla arayanlar arasında tahliye olduğumun ertesi günü arayan CHP Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu, bir sonraki gün de 11. Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül vardı. Tutulduğum bu dayanışma ve şefkat yağmurunun beni ne denli mutlu ettiğini tahmin edersiniz.
Ev hapsinde kaldığım günlerde, tekrar tutuklanabileceğim endişesiyle öncelikle görmem gereken göz, cildiye, dahiliye, radyoloji, üroloji, diş doktorlarını ziyaret ettim. Bu ziyaretlerin her biri için, sağolsun avukatım Aynur Yazgan Tuncel'in birkaç gün önceden başvurarak 13. ACM'nden izin alması gerekti. Mahkeme her defasında belirli saatler arasında evden çıkmama izin verdi. Bu doktor ziyaretleri sırasında, yollarda, metroda çok sayıda yurttaş ya birkaç kelime sarfederek, ya da sadece elimi sıkarak veya bir baş selamıyla geçmiş olsun dileğinde bulundu. Uğradığım haksızlığın kamu vicdanını rencide ettiğini görmek beni çok mutlu etti. Toplumun önemli bir kesiminin demokrasi mücadelesinin bedelini ödediğimizin bilincinde olduğunu düşündüm. 74. yaşımı kutlamak için yakınlarımla bir araya geldiğim 18 Nisan günü, 24 Haziran'da erken seçim kararı alındığı açıklandı. İçimizde hak, hukuk, adalet düzeninin belki yeniden tesis edileceği umudu uyandı.
Yargılandığım davanın dördüncü duruşması 10 - 11 Mayıs tarihlerinde yapıldı. İkinci kez, öteki eski Zaman yazarları Lale Kemal, Nuriye Akman, Orhan Kemal Cengiz ve İhsan Dağı'yla birlikte tutuksuz sanıklara ayrılan bölümde oturdum. 13. ACM, Ali Bulaç ve Mehmet Özdemir'in tahliyesine karar verdiği gibi, benimle ilgili ev hapsini de kaldırınca salonda sevinç çığlıkları yükseldi. Ahmet Turan Alkan, Mümtazer Türköne, Mustafa Ünal ve İbrahim Karayeğen'in tutukluluğunun devamına karar verilmemesi ise sevincimizi kursağımızda bıraktı.13 Mayıs'ta her pazar imza vereceğim en yakın karakola gittiğimde, her gün evime gelip benden imza almak mecburiyetinden kurtulan polis memurlarından birinin de "Oh, biz de kurtulduk!" demesi beni hayli güldürdü. Ev hapsine son verilmesiyle özgürlüğe doğru bir adım daha atıyordum, ama her pazar günü karakola gidip imza verme şeklinde adlî kontrol uygulaması devam ediyordu.
Ev hapsinden kurtulunca yaptığım ilk işlerden biri, Ankara'ya gitmek oldu. 21/5'te başlayan hafta gitmeyi düşünerek Utku Çakırözer'i aradım. "Ne yapacaksın Ankara'ya gelip, Bodrum'a falan git, biraz hayatın tadını çıkar" dediyse de, Sayın Kılıçdaroğlu'na ve Silivri'de beni on kez ziyaret ederek çok mutlu eden kendisine bir an önce bir teşekkür ziyareti yapmak istediğimi söyledim. Bunun üzerine Çakırözer, "O zaman bu Salı gel, ondan sonra seçimlere kadar zor olacak" dedi. Saat 12:00'de ona TBMM'de yemeğe gidecek, sonra 13:00'te Kemal Bey'i ziyaret edecektim. Önce 15/5 Salı günü gidip gelmek üzere uçak bileti aldım. Sonra İsveç Büyükelçisi Lars Wahlund'u aradım; iade-i ziyaret ve teşekkür için onu da görmek istiyordum. "Saat 16:00'da bekliyorum" dedi. Sonra The Economist'in muhabiri Piotr Zalewski'yi cevaben aradım. Salı günü editörüyle birlikte Ankara'da olacağını söyleyince onlarla da randevulaştım.
Saat 12:00'de TBMM'de milletvekillerinin odalarının olduğu ve ziyaretçilerin kabul edildiği binaya vardım. Çakırözer'in odasına çıktım, oradan restorana yöneldik. Çakırözer yolda, beni Silivri'de yalnız bırakmayan CHP milletvekili dostlarım Sezgin Tanrıkulu ve Musa Çam'a da haber verdi. (Tanrıkulu Adalet Bakanlığı'ndan izin kesilince Silivri'ye sadece bir defa gelebilmiş, sonra beni evde görmeye gelmişti.) Çam Silivri'de beni ziyaret ettiğinde hiç unutamayacağım bir şey söylemişti: "Şahin abi, Deniz Baykal seni dinlemiş olsaydı, Türkiye bugün bu hâllerde olmazdı..." Bu sözleri duyunca, "1993'te Ankara'da, CHP'de geçirdiğim sekiz ay tümüyle boşa gitmemiş..." diye düşünmeden edememiştim. Restorana girdiğimizde, CHP günlerimde parti genel sekreteri olan Sayın Adnan Keskin'e rastladık. Sağolsun hepimizi masasında ağırladı,
13:00'te Kılıçdaroğlu'nun makamına çıktım. Kılıçdaroğlu'na sadece ben değil, Silivri'de yatan gazeteci ve yazarlar olarak hepimiz şükran borçluyuz. Tutukluluğumuzun daha ilk günlerinden itibaren grup konuşmalarında ve verdiği demeçlerde uğradığımız haksızlığı dile getirerek bize büyük moral vermiş, yalnız olmadığımızı hissettirmişti. Bu ziyaretle hem verdiği destek için hem de bizleri Silivri'de görmeye gelen CHP milletvekilleri için teşekkürlerimi dile getirmek fırsatını buldum. Ona şunu söyledim: "Bir zamanlar umudumuz Ecevit'ti, şimdi Kılıçdaroğlu..." Samimi kanaatim de bu. Kılıçdaroğlu konuşmasını yapmak üzere grup odasına giderken Çakırözer, gruba katılmamın pek uygun olmayacağını söyledi. Ben de zaten o kanıdaydım.
Bir sonraki durağım İsveç Büyükelçisi Lars Wahlund'un ikametgâhı oldu. Wahlund beni Silivri'de ziyaret etmek için birçok kereler başvuruda bulunmuş, fakat izin alamamıştı. Geçmiş olsun demek için telefonla arayan ve evde ziyaret edenlerden biri de o olmuştu. İsveç'in İstanbul'daki ilk kadın Başkonsolosu Therese Hyden sağolsun bütün duruşmalara katılmıştı. İsveçli akademisyen ve gazeteci dostlarım, benimle dayanışmalarını dile getiren bildiriler yayımlamış; 20 ay süren tutukluluğum sırasında İsveç medyasında 900'e yakın haber ve yazı yayımlanmıştı. İsveç'in eski başbakanlarından Carl Bildt'in haksız yere tutuklandığıma dair sözleri Türk basınında da yer almkıştı. Bütün bunlar için 1972 - 1981 arasında yaklaşık dokuz yıl yaşadığım, bana siyaset bilimi doktorası yapma fırsatını veren İsveç'in halkına ve devletine içten teşekkür borçluyum.
Yargılandığım davanın bir sonraki duruşması 7 - 8 Haziran'da yapılacak. Savunmaların tamamlanması hâlinde karar verilecek, aksi takdirde duruşma ertelenecek. Beraatime karar verilmesini, en azından adlî kontrol ve yurtdışı yasağının son bulmasını bekliyorum. Avukatlarım, AYM ve AİHM'nin haksız yere tutuklandığıma ve tarafıma tazminat ödenmesine dair kararlarından sonra, sürmekte olan adlî kontrol uygulamasının hukuka aykırı olduğu kanısındalar. Gelinen nokta bu.
Umarım, P24'e bu onuncu mektupla hayatımdaki Silivri faslını kapatmış oluyorum.
Bütün okurlarıma saygı ve sevgilerimle...
Şahin Alpay
Akatlar, İstanbul